Kitaplarımı ödünç vermek hep tedirgin edici olmuştur benim için. Okuduğum süreçte üstüne yaşanmışlıklarımı işlediğim, okuduktan sonra ise her gün selamlaşmak üzere kütüphanemin en güzel yerine koyduğum biricik kitabıma ya benim baktığım gibi bakmazlarsa diye ödüm kopar. Kitap ödünç alanlardan da olmadım hiç. Kendi kitabım olsun isterim, altını çizerek okuyayım, kitabı bitirdikten sonra tarih atıp şehri yazayım, özlediğimde açıp altı çizili kısımlara tekrar bakayım… Hal böyle olunca hayatım boyunca sahip olduğum en değerli birikimim bir kütüphane oldu.
Zaman, kitapların raflarda durduğu gibi durmadı. Hayatımı ve anılarımı birkaç valize sığdırıp aile evimden gitme zamanı gelince, geride bana ait bir oda ve bir kütüphane kaldı. Yeni şehrimdeki anlamsız kalabalıkta kendime yer bulmaya çalıştığım yalnız hayatıma, kütüphanemi taşıyamadım. Anılarımla süslediğim bol kitaplı kütüphanem ile 1-2 ayda bir aile evi ziyaretlerimde kavuşabiliyoruz. Odam artık ütü masası ve kullanılmayan eşyaların konduğu bir depoya benzese de, kütüphanem tüm güzelliğiyle arz-ı endam eylemeye devam ediyor.
Ama ben artık istediğim zaman rafından indirip altı çizili satırları tekrar tekrar okuyamıyorum, kütüphanemin şehirlere bölündüğü ile yüzleştim. Uzaklaştık. Kitaplarım fiziksel olarak iki şehre bölünmüş olsa da, onların en başından beri ruhen çok farklı şehirlerde olduklarını yeni yeni anlayabiliyorum. Çünkü ne zaman eski bir kitabımı elime alsam, onu okuduğum yerde ve zamanda gibi hissedebiliyorum. Bu da benim şansım sanırım.
“Bütün mutlu aileler birbirlerine benzerler, her mutsuz ailenin ise kendine özgü mutsuzluğu vardır” satırlarının altını çizmiştim ve Anna Karenina Ankara’da okuduğum ilk kitap olarak yerini almıştı hafızamda. Bundan sonra hiçbir şeyi kafama takmayacağıma dair kendime bilmem kaçıncı kez söz verdiğim Napoli günlerimde Kinyas ve Kayra okuyordum. Bunaltıcı bir haziran sabahında İzmir’de deprem sarsıntısıyla “bunaltıcı düşlerimden” uyandığımda başucumda Dönüşüm vardı. Bavyera’nın uçsuz bucaksız yeşilliklerinin arasından trenle geçerken, gözlerimi Alpler’den alabildiğim nadir anlarda Fahrenheit 451 okuyordum ve evet on saniye sonra ölecekmiş gibi yaşadım, dünyayı gördüm!
Herkesi ve her şeyi Ankara’da bırakıp, elimde bir valizle İstanbul’a ayak bastığımda ise çantamda Füreya vardı. Şimdilerde İstanbul’daki küçük evimin bir köşesinde başını Füreya’nın çektiği bir kitap yığını duruyor. Zaman zaman Ankara’daki kütüphanemi İstanbul’a taşısam mı diye düşünmüyor değilim, ama o zaman Ankara’ya “evim” diyebilmek için bir sebebim daha yok olacak ve ben buna henüz hazır değilim!