Her yıl 40’a yakın uzun, kısa ve belgesel filmi erişilebilir sinema deneyimiyle izleyicilerle buluşturan Engelsiz Filmler Festivali kapsamında Somnur Vardar ile Ankaralı sinemaseverlerle buluşan son filmi Boşlukta‘yı konuştuk.
“Toza ve betona teslim olmuş kenti uzaktan izleyen gözlerimiz bir şantiyede iki genç adama takılır. Mardinli atanamamış öğretmen Ferhat ile üniversite hayali kuran kuzeni Emrah, dedeleri ve babalarından sonra ailenin üçüncü nesil erkekleri olarak inşaatlarda duvarcılık yaparlar. Daha iyi bir seçenek çıkana kadar ikisi de bu işe mecburdur. Zorlu çalışma koşulları ve gelecek kaygısıyla bunalan iki genç bu kısır döngüden çıkmanın yollarını ararken, film işçi koğuşlarındaki yaşamlara, ücretlerini alamayan işçilerin şantiye işgallerine ve büyük bir kentsel yıkıma tanıklık eder.” [1]
Vardar’ın yönettiği Boşlukta, derin insan hikayeleri ve toplumsal temasıyla etkileyici bir yapım. Son yıllarda yükselen inşaat popülasyonuna farklı bir çerçeveden bakan belgesel, insanların yaşamlarındaki boşlukları ve zorlukları ele alarak, izleyicileri düşünmeye provoke ediyor. Vardar’ın yönetmenlik becerisi, karakterlere yakınlaşma yeteneği ve görsel anlatımı sayesinde Boşlukta izleyicilerin duygu ve düşünce dünyalarına dokunuyor.
Film, Engelsiz Filmler Festivali’nin ruhuna da uygun bir şekilde, toplumda sıkça görmezden gelinen veya göz ardı edilen kesimlere odaklanarak onların sesini duyuruyor.
Filmi izlerken aklıma Gezi Parkı’ndaki duvar yazısı geldi: “İnşaat Ya Resulullah.” Siz evinizde uzaktaki inşaatı izlerken, aklınıza ardı arkası kesilmeyen bu beton çılgınlığı ile ilgili bir gün bir belgesel çekeceğinizi düşünür müydünüz? Sizi buna iten neydi, nasıl başladı bu hikaye?
2016 yılında annemin demans atakları başladı. Onun Kadıköy’deki evinde kız kardeşimle dönüşümlü olarak kalmaya başladık. Ve tam o dönemde çok yoğun bir yıkım ve inşaat faaliyeti vardı o bölgede. İnşaatın yakınlığı nedeniyle en azından kendi semtimizde bu süreci kayda geçireyim, belki ileride bir şey yaparım diye düşünüyordum. Bu inşaat çılgınlığını izlerken bir belgeselci olarak bunu çekmemek olmaz dedim açıkçası. Etrafınızda bir hikaye varsa belgeselci refleksiyle onu çekersiniz. Sonra bir filme dönüşür ya da filme dönüştürmek isteyen bir arkadaşınız varsa, o kaydı meslektaşınızla paylaşırsınız. Bir süre sonra çekim olsun, kayıt olsun, çekerken bir hikaye görürsünüz. Benim için de işçilerdi o hikaye. Kentten kopuk değil ama. Bütün o yıkımın içerisinde kentin dönüşümüyle beraber bütünsel bir hikaye olarak düşündüm. Ve çekmeye başladım.
Her iki tarafta bir kayıp söz konusu, hem bir insan için hem bir şehir için. Öncelikle annenizin hatırlayamadığı tüm anlar için samimiyetimle çok üzgünüm. Zor bir süreç. Sanki anneniz bir şeyleri unutmaya başlarken bir taraftan da şehirde kendini siluetini, kim olduğunu, nasıl göründüğünü, hafızasını yavaş yavaş kaybetmeye başlamasıyla ilgili anneniz ve şehirle ortak bir bağ kurup mu kurguladınız belgeselinizi?
Kentte bir hafıza kaybı vardı. Öyle bir zamandı ki öncesinde her yerde bombalar patlıyor, KHK’ler oluyor. Sonrasında 15 Temmuz. Zor bir dönemdi, kaygının yoğun olduğu bir dönemdi. Elbette ki ev içinde annemin hafızasını yavaş yavaş yitiriyor olması ve dışarıda kentin hafızasını yitiriyor olması eş zamanlı bir kaybı yaşatıyordu. Annem hep şunu derdi: “Yedinci katta oturuyorum fakat gökyüzünü göremiyorum, bildiğiniz bir ağaç, her sabah gördüğünüz o ağaç artık yok.” Bunlar olmazsa semtinize anılarınıza hayatınıza nasıl bağlanabilirsiniz ki? İşçilerin halleri, tavırları, duruşları, yorgunlukları çok etkileyiciydi. Onlara odaklandım ve sinematik bir bağ kurdum.
Bir kule vincin sepetinden sarkan sicimlerin boşlukta sallanan görüntüsüyle başlıyor film. Boşlukta sallanan sicimleri metaforlaştırıp hikayesini anlattığınız karakterlerin gerçek öyküleriyle nasıl kesişti yolunuz? Filmin isminin “Boşlukta” olması bu yüzden mi?
Boşlukta kelimesini birbirlerini hiç tanımayan, farklı şantiyelerde çalışan işçiler kendi ruh durumlarını tanımlamak için kullanıyorlardı. Rüyalarında bir boşlukta sallandıklarını hissettiklerini anlatıyorlardı. İkincisi biz de ülke olarak boşluk ve kaygı içerisindeydik. Etrafı boş bir vince tırmanırken her an bir boşluğa düşme riskiyle yaşıyorlar. O sicimlerde temelsizlik, güvensizlik, ayağınızın sağlam yere basamama halini, her an bir rüzgara kapılma halini anlatıyor. Ekranda gördüğümüz o kare bir şey anlatmak istiyor, her gün camı açıp baktığımız yerde belki bir ağaç vardı ama şimdi vinç ve ondan sallanan zincirler var.
Çekim süreci nasıl geçti? Ne gibi zorluklarla karşılaştınız ve işin içinden çıkamadığınız, sizin de boşluğa düştüğünüz anlar oldu mu?
Sondan başlayayım, benim de boşluğa düştüğüm zamanlar oldu. Kurgusu kolay bir film değil. Karakterlerin de boşluğa düştüğü anlar oldu. Emrah iki kere köyüne gitti. O gittiğinde çekimler durdu. Ama biz başka karakterlerle de şantiye işgalleri vs. onları çektik. Ama bazen Emrah’ın da benim de çekim yapmak içimizden gelmedi. Öyle zamanlarda oldu. Psikolojik olarak onu da aşmamız gerekiyordu. Bazen durmak gerekiyordu. Karakterleri seçerken öncelikle erişim önemli. Ferhat ve Emrah’la inşaat sendikası aracılığıyla tanıştım. Karakterlerin kendilerini iyi ifade ediyor olmaları da önemli. Bu filmi çekmek istiyorlardı onlar da. Bir vakarları vardı. Ben onlarla ilk tanıştığımda, uzaktan gördüğümde sinematografik karakterleri kendini belli ediyordu. Mağrur ve mütevazi duruşları var. Kendilerine saygıları olan, hayattan beklentileri olan… Suskun duruşlarında bile hayata bir itirazları var, onu okuyabiliyorsunuz.
Her şeyin sınıfsal olduğu bu dünyada sınıf farkını asgari düzeye çekip karakterlerle nasıl bağ kurup ilerlediniz?
Bir düzlemde birleştiğiniz zaman sınıf olmuyor. Hala görüşüyoruz, bir iletişim halindeyiz. Eğitim durumları bana yakın ve aynı olan pek çok arkadaşımla Ferhat’la konuştuğum kadar konuşamadığım derin mevzular var. Ferhat’tan öğrendiğim çok şey var.
İzlemesi aşırı keyifli gelen o devasa makinaların yaptığı dev gökdelenlerin arkasında gizlenemez bir emeğin gücü olan, insanı yok sayan bir sistemde işçi ölümleri hakkında neler söylemek istersiniz? Arkadaşını, eşini, dostunu, babasını, oğlunu kaybeden insanlarla karşılaşmak sizi nasıl etkiledi?
Emrah ve Ferhat sendikaya yüksekten düşme sonucu bir arkadaşlarını kaybettikleri için gelmişlerdi. İnşaat sektöründe inşaat firmaları ölümleri göze alıyorlar maalesef. Çünkü önlemleri almak pahalıya geliyor. Ölen bir işçinin ailesine tazminat ödemek daha kolay. Sendikalaşma olmadıkça iş cinayetlerinin önüne geçmek çok zor.
Benim babam da siyasi nedenlerden ötürü sınıf öğretmenliğinden ayrılma bir inşaat işçisiydi, kalfasıydı, ustasıydı. O yüzden film bana hiç uzak gelmedi. Hatta o şarkıda diyor ya “hayat bazen öyle insafsız ki, küçük bir boşluğundan yakalar, hissettirmez en zayıf anında, seni ta yüreğinden yaralar…” Film beni o küçük boşluğumdan yakaladı. Babam yıllarca inşaatta çalışmış olmanın zorluklarıyla mücadele etti. Burada aslında sadece çalışan değil ailesi de farklı zorlukları paylaşıyor. Ben bir inşaat işçisinin ailesinin ne gibi zorluklar yaşadığını bizzat yaşayarak tecrübe etmiş biriyim. Misal “daha yevmiyemi almadım kızım şimdi onu alamayız ama alacağım” sözü benim hala kulaklarımda. Peki siz bu süreçte Emrah ve Ferhat’ın yaşadığı ne gibi zorluklara veya sorunlara şahit oldunuz?
Aaa öyle mi? Babanız da gelseydi keşke!
Babam maalesef artık hayatta değil…
Başınız sağ olsun, üzüldüm. Boşluğa düşmemin sebebi belki de buydu. Sizin de dediğiniz o boşluğa ben de düştüm. Bir şey yapamamanın çaresizliğini hissettim. Ve onların içerisine girince kendimi aşırı burjuva hissettim. Bu insanların hepsi akıllı, derya, düzgün, yaşam görüşü olan insanlar ve nereye itilmişler? Paralarını alamıyorlar. Çok ağır koşullarda yaşıyorlar, sağlıklarını, yaşamlarını tehlikeye atıyorlar. Bazıları yaşamlarını yitiriyor. O arada havaalanı eylemleri oldu bir sürü sendikacı, işçi gözaltına alındı. Ya bu insanlar neyin kavgasını veriyorlar ben ne yapıyorum, film yapmak ne ki? Düştüğüm boşluk oydu.
Siz de bu filmleri yaparak bizlere gösteriyorsunuz, bir farkındalık yaratıyorsunuz.
Evet, tabi. Bir kriz yaşadım orada. O dönemde birkaç ay filme dokunmadım ama.
Filmde işçilerin çoğunun Kürt olduğunu görüyoruz. Bu bir kadermiş gibi. Kürtlerin kendilerinin de gülerek imalı şekilde sordukları “bizleri ya seçimde ya da bir buzdolabı taşınacaksa veyahut bir yere sıva yapılacaksa hatırlıyorsunuz” trajikomik söyleminden yola çıkarak sormak isterim. Kimlikle ilgili bir sorun yaşarım diye bir kaygınız oldu mu? Örneğin neden özellikle Kürt inşaat işçileri seçilmiş gibi bir soru geleceğinden korkuyor muydunuz?
Yok, hayır hayır. Öyle bir kaygım olmadı. Korkmadım da. İlk şantiyeye gittiğimizde Kürtçe konuşuluyordu. Ben girememiştim şantiyeye. Kameraman girdi. Nezaketen bizim için Türkçe konuştular sağ olsunlar. Hatta şey dedim, ne dilde konuşuyorsanız o. Bizim varlığımız bir şeyi değiştirmesin. Sektörde Kürt işçiler arasında sendikalaşma daha yoğun olduğu için karşıma Kürt işçiler çıkacağını biliyordum elbette. Bir eşyanın tabiatı gibi bu! (Gülüyor)
Türkiye’de sosyal ve sınıfsal hiyerarşinin daha da belirginleşmesinde rol oynayan TOKİ hakkında ne düşünüyorsunuz?
TOKİ hakkımdaki tüm fikirlerim tamamını filmde açıkça bulabilirsiniz. (Gülüyor)
Sinema tam bir ekip işi. Siz filmlerinizde çalıştığınız ekibi nasıl belirliyorsunuz, beraber çalışırken nelere dikkat ediyorsunuz? Mesela filmlerinizin kurgusunu siz mi yapıyorsunuz, yapmıyorsanız kurgucunuz ile nasıl bir iletişim halindesiniz?
Belgeselcilerin zaten kendileri malzemeleriyle hemhal olmak zorundalar. Yani kendi filmini bir yere kadar kurgulayabiliyorlar. Bence belgeselci kendi filmini tek başına bitirmemeli. Çünkü görüntüden çok yoruluyorsunuz. Ben Eytan İpeker’le çalıştım. Çok mutluyum. Bu ekiple, tanıştığım herkesle tekrar film yapmak istiyorum. Görüntü yönetmenim Sedat Şahin’in başka bir filmini kurgulamıştım. Yeni bir projeye başladık beraber, çok iyi anlaşıyoruz, iyi bir ikiliyiz. Filmi bir kurgucuyla bitireceğimi biliyordum. Listenin başına Eytan’ı koymuştum. Filmin kaba kurgusunu gören herkes Eytan’ı önermişti. Diğer ekipteki arkadaşlarla -müziği, sesi, rengi yapan arkadaşlarla- da çalışmaktan mutluyum. Bazı yaratıcı ekiplerin bazı tür filmlere refleksi iyidir. Bu ekibin de bu filme iyiydi.
Sinema çok maliyetli bir sanat dalı. Filmlerinizi çekerken fon desteği alıyor musunuz? Kültür bakanlığına hiç başvurdunuz mu? Genel olarak ekonomik sorunları nasıl hallettiniz?
Kültür Bakanlığı’na başvurdum ama reddedildi bu proje. Yeni film fonundan hem yapım aşaması hem geliştirme desteği önemliydi. Sonra Antalya Film Forum’dan Ses Tasarım Ödülü aldım ve Postbıyık’la çalıştım. O da çok önemli bir katkıydı filme. Avrupa Birliği Sivil Düşün inisiyatifinden aldığımız destekle filmi bitirdik.
Ama bu normal değil. Normalin çok altında bir bütçeyle bitti film. İnanmazlar zaten ne kadar az bir fon ile yapıldığına. Ama yapılıyor. İman gücü ile yapılıyor (Gülüyor). Şaka bir yana böyle olmamalı, bu böyle iyi, yaparız denilmemeli. Böyle olmamalı.
Türkiye’deki film festivalleri hakkında ne düşünüyorsunuz? 10 sene öncesine göre bir gelişme var mı? Sizin takip ettiğiniz festivaller oluyor mu? Festivallerin daha kalıcı olması ve seslerinin duyulması için sizce neler yapılmalı? Sansürler o filmi daha mı popüler kılıyor mesela?
Mesela 10 sene önce Engelsiz Filmler Festivali yoktu. Şunu gördünüz mü? (Kataloğu göstererek) Braille alfabesi ile de basılmış bir katalog. Braille alfabesiyle basılmış kendi filmimi görmek, o kadar mutlu oldum ki.
İstanbul Film Festivali’nde sinemayı sevdim, beni o yetiştirmiştir. Takip ettiğim bir festivaldir. Documentarist biz belgeselciler için çok çok önemli bir festivaldir. Bu sene yapılan Ayvalık Film Festivali, sonra Ankara’nın Uçan Süpürge Film festivali takip ettiklerim arasında. Ama festivaller istediğimiz düzeyde değil gerçekten. Daha fazla seyirci olması gerek, bunun için daha iyi fonlanmaları da önemli. Sansür için bugün bunu yaşamamamız gerekiyordu. (Antalya Altın portakal film festivalindeki sansürü kastederek) Bu sefer sinemacılar doğru refleksi gösterdiler ve çekildiler. O festivalin o filmle gerçekleşmesi iyi bir itki olabilirdi, iyi bir diretme olabilirdi. Hep iktidarı suçluyoruz sansürler için ama muhalefet partisi de direnç göstermedi. Antalya Büyükşehir Belediyesi ve belediyeyi elinde tutan CHP de direnç göstermediler. Bu da bizim yanılgımız olsun, muhalefette olduğu zaman da gene sansür oluyormuş.
Gelecekte farklı belgesel projeleri düşünüyor musunuz? Eğer öyleyse hangi konulara ilgi duyuyorsunuz?
Görüntü yönetmenim Sedat’la bir proje üstüne çalışıyoruz. Yine kent ekolojisi üzerine olacak.
İşçi sınıfını anlatan özellikle sevdiğiniz veya önermek istediğiniz bir film var mı?
Ken Loach’un bütün filmleri. Çok çok sevdiğim bir yönetmen.
Ayrıca ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?
Çok teşekkür ediyorum, güzel bir sohbetti.
–
Somnur Vardar Boğaziçi Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans, New York New School For Research-Media Studies programında yüksek lisans eğitimini tamamladı. Haber kanalı NTV’de sosyal ve politik tarih, şehircilik ve güncel politik konular üzerine çok sayıda belgeselin metin yazarlığını, yapımcılığını ve yönetmenliğini üstlendi. 2000 yılından bu yana uluslararası kurumlar (BBC, SKY News, ARTE, CBC vs.) için bağımsız araştırmacı ve prodüktör olarak çalışıyor. Yeditepe Üniversitesi Sinema ve Televizyon yüksek lisans programında iki dönem boyunca Belgesel Sinema Tarihi dersleri verdi. Emory Üniversitesi’nden Prof. Abdullah-i An’Naim danışmanlığında yaptığı “İstanbul’da Dinler arası Evlilikler” başlıklı araştırma çalışması İngilizce olarak yayımlandı. Yerli ve uluslararası sivil toplum örgütleri ile kadın hakları konusunda projelerde çalışıyor ve yayınlar hazırlıyor.
Kaynaklar
[1] 42. İstanbul Film Festivali, İKSV, https://film.iksv.org/tr/kirkikinci-istanbul-film-festivali-2023/boslukta