Eskiyi hatırlamak, ona özlem duymak, bir önceki nesille doğsaydım eminim daha mutlu olurdum hissi, yani bu retro özlemi, insanoğlunun yakasına yapışan tuhaf bir durum. Woody Allen Midnight In Paris filminde bu konu hakkında birkaç şey söylüyor. Allen’a göre burada bir nankörlük giriyor devreye galiba. Eskiyi özleriz, ama sadece özleriz. Gerisini getirmek, özlemekle alakalı bir şeyler yapmak pek aklımıza gelmiyor. Ulus da bu özlem ve ”gerisini getirmeme” durumu hakkında çokça düşündürüyor beni.
Semt, bu şehrin nostaljik tarafını neredeyse tek başına sırtlanmış, belki de Ankara’nın en değerli yüzü. Ankara’nın birçok ilki, birçok noktada da sonu. Ahmet Erhan bir şiirinde Ankara için ”devletimin gri yüzü” benzetmesini kullanmış . Ulus bu gri yüzün renkli tarafıdır esasen. Kalabalığı, riski, bin bir türlü insan manzarası, Gençlik Park’ı, genci, yaşlısı, ülkenin en sancılı zamanlarının birinci şahidi oluşuyla, çok değerlidir şöyle bir bakınca. Şehirler de insan gibi; yaşayan bir şey. Değişiyor, gelişiyor, bir anı bir anını tutmuyor. Ulus da bunun kanıtıdır.
Bu değişkenlik semte yaklaşım şeklimize de sirayet ediyor çoğu noktada haliyle. Ulus’a kumaş almak için gidilir, Kale’nin o taraflara cağ kebap yemek için gidilir, kumandanın pili bitmiştir, pil almak için gidilir, Gençlik Parkı’na gitmek istersiniz bu yüzden gidilir, canınız bir şeyler çeker yine gidilir. Gece çöker, şehir biraz öteye taşınır, o sıralarda Ulus’ta işin rengi biraz değişir.
Gecesiyle gündüzü bambaşkadır. Gündüz ”Talebe misiniz evladım?” diyen yaşlı insanlarla dolu olan ihtiyar semt, gece olunca kostümünü çıkarır, belki de giyer ve bambaşka bir tavra bürünür. Çok değil, 3-4 saat önce kendi gözlerinizle gördüğünüz Ulus tamamen yok olur. En tehlikeli tavrını takınmaya başlar birden.
Aslında sadece bunlarla bile bir ruha sahip olduğunu kanıtlıyor. Bir yönüyle sizi kendinden uzaklaştırırken aslında bir taraftan da uzaktan size sesleniyor sanki. Aynı anda hem biraz karanlık hem de biraz ihtiyar olmak tam da Ulus’a göre bir varoluş şekli.
Bir keresinde çok yakın bir arkadaşım, ”Bir gün bir iş yeri açacağım, muhtemelen bu bir ajans olacak ve Ulus’ta olacak,” demişti. Nedenini sorduğumda ”Beni bir dokuya ait hissettiriyor,” demişti.
Doğru. Ulus bir dokudur.
Ait hissetmesi kolay, çetrefilsiz, içinizde bir yerin aynısını kendinde barındıran, düzensiz ve sık tekrarlardan oluşan bir dokudur. Sahici ve olduğu gibi, tüm şeffaflığıyla kendini sunan ve asla yalana ihtiyaç duymayan bir insan gibi cesur; özgür, yalnız ve biraz kırgındır.
Bütün gün dükkanının önündeki sandalyeye oturup kimseye özellikle selam vermeyen ama selam veren birine de bütün içini dökmeyi bekleyen bir insan gibi; dopdolu ama konuşmanın hiçbir faydasını da görmemiş.
Ulus yaşamaya inatla devam eden çok yaşlı bir adamdır. ”Çok yaşadık oğul, çok yaşadık!” diye serzenişte bulunurken bile eski televizyonunun kumandasıyla en sevdiği türkü kanalını büyük bir iştahla arar. Ulus, ayda bir ziyaret ettiğiniz, çok yakından tanıdığınız biridir.
Şehrin eski kafalı renklisi, yüz güldüren anıları, tarihi, dokusu, insan tarafı, gerçek tarafı, zor ve tehlikeli tarafı, bildik ama bir o kadar da yabancılaştığımız tarafı, sevgiye muhtaç hâli, sevip de söyleyemeyen, sevilmeyi bekleyen hâli.
”Bana güzel bir şey söyle,
Kalbim sevinçle dolsun.
Bana tatlı bir şey söyle,
Varsın yalan olsun…”
Fotoğraflar ve video için Mehmet Kürşat Değer’e teşekkür ederim!