Ulus’ta Posta Caddesi ile Sanayi Caddesi’nin kesiştiği köşedeki apartman Yüzbaşıoğlu Apartmanı. Şimdi üstünde “Yüzbaşıoğlu İş Hanı” yazıyor.
Yaşadığımız yerde her gün önünden geçtiğimiz ve fark etmeden içine girip dolaştığımız bazı binaların tarihini çoğumuz pek merak etmez; bir hikayesi olup olmadığını düşünmeyiz genelde. Yüzbaşıoğlu Apartmanı da o binalardan biri.
Lise yıllarında, tam karşısında bulunan PTT başmüdürlükte staj yapmıştım, altında bir börekçi vardı; az kır pidesi yemedik orada. Yaklaşık 15 yıl sonra her gün yüz yüze geldiğim Yüzbaşıoğlu Apartmanı’nda o sıralarda henüz yeni yeni okumaya başladığım yazarların bu apartmanda çalıştığını, o çok severek okuduğum kitapların çevirilerini bu binada yaptıklarını maalesef yeni öğreniyorum. Meraklısı için Ankara’da 1930-1980 yılları arasında Sivil Mimari Kültür Mirası Araştırma alanında Koç Üniversitesinin dijital koleksiyonunda apartmanın dönem temsili eski fotoğrafları mevcut. Merak edenler bakabilirler.
Peki neden bu kadar önemli bir bina, biraz bahsedeyim. Bina yapıldıktan 1 yıl sonra Milli Eğitim Bakanlığı binayı kiralıyor ve her katta farklı birimler açıyor. Zemin kata Neşriyat Müdürlüğü ve kitap satış yeri açılıyor (şu an bir börekçi var yerinde ve o kısım kitap satış yeri; ayrıca ders kitapları, MEB’in çeviri kitapları satılıyormuş), orta kata ise Tercüme Bürosu açılıyor. Milli Eğitim Bakanlığının çevirdiği tüm klasik eserlerin tercümelerinin yapıldığı büro işte orası. Dünyaya açılan kapı gibi bir orta kat. En üst kata da Talim ve Terbiye Dairesi açılıyor. Bu binanın bana göre en önemli katı kuşkusuz orta kattaki tercüme bürosu.
Hasan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanı olduğu dönemde, bu binada Nurullah Ataç başkanlığında bir ekip oluşturuluyor. Ekip de ekip, amiyane tabirle “şampiyonlar ligi”. Dünya klasik eserlerinin çevrilmesi görevi veriliyor bu ekibe. Peki efendim, kimler var bu ekipte? Nurullah Ataç, Saffet Pala, Sabahattin Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Bedrettin Tuncel, Nusret Hızır, Yaşar Nabi Nayır, Vedat Günyol, Erol Güney, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Gaffar Güney, Oktay Rifat ve daha niceleri.
Bu büroda ne hikayeler konuşulmuştur, diye durup düşünmeden edemiyorum. Aralarındaki konuşmalar, çıkan tartışmalar küçük odalara sığmaz, başka mekanlarda da sürermiş. Gecenin ilerleyen saatleri, aynı caddede bulunan Yeni Hayat, Şükran, Şen Ankara lokantalarında geçermiş. Şair, yazar, ressam ve gazeteciler buralarda buluşurlar; yeni şiirler okunur, dergiler hazırlanır, tartışmalar, kavgalar yaşanırmış. Peyami Safa bir yazısında, “Asıl edebiyat tarihini yapan, fakat onun içinde yer almayan toplantılar ve zapta geçmemiş konuşmalar…” diyerek, bu buluşma noktalarının önemini vurgular.
Büro ile ilgili bir Ankara aşığı olan Yavuz İşcen Hoca’nın anlattıklarına istinaden iki isim dikkatimi çekiyor. Biri Orhan Veli, diğeri Gaffar Güney.
Yaprak dergisi, Ankara yılları
1944’te askerlik görevini tamamladıktan sonra Ankara’ya gelen Orhan Veli, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’na girer. Bahsettiğimiz şampiyonlar ligi orta katı. Orhan Veli bu katta diğer ekip arkadaşlarıyla çalışır. Hasan Ali Yücel’den sonra Reşat Şemsettin Sirer bakan olunca, Milli Eğitim’de tutucu, baskıcı bir hava eser. Orhan Veli buna uyamayacağını anlayarak 31 Ekim 1946’da Tercüme Bürosu’ndaki işinden ayrılır. Bakanın değişmesiyle beraber aynı durumdan muzdarip olduğu Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Dino, Necati Cumalı, Sabahattin Eyüboğlu, Oktay Rifat ve Melih Cevdet ile 1948 yılı sonunda Yaprak dergisini çıkarırlar. Derginin yazı işleri müdürü Orhan Veli’dir. Masraflarını Mahmut Dikerdem’in karşılamasına rağmen zorlandıkları derginin çıkmasına devam edebilmesini sağlamak amacıyla Orhan Veli paltosunu, hatta Abidin Dino’nun ona hediye ettiği resimleri bile satmak zorunda kalır. Yaprak dergisi 1950 Haziran ayına kadar ancak 28 sayı çıkabilir. Dergi yayımlanamaz olunca Orhan Veli, Ankara’dan ayrılarak İstanbul’a gider. Ancak Ankara’dan ayrılmasının başka bir nedeni daha vardır. Mehmed Kemal’den okuyalım:
“Başkent, sakal koy veren bir şaire dayanmadığı içindir ki Orhan Veli çekip İstanbul’a gitmişti. Sıkı polis baskısı vardı. Siyasal dalgalanmaları izlemeye güçleri yetmediğinden sakal makal gibi ıvır zıvır şeylerle uğraşıyorlar, şairleri, aydınları tedirgin ediyorlardı. (…) Orhan’ı, şimdi yıkılan İstanbul Pastanesi yakınındaki otelinde sıkıştırıyorlar, yokken odasına giriyorlar, kitaplarını karıştırıyorlar, otelciye gözdağı veriyorlardı. Otelci bir gün dayanamamış: ‘Orhan Bey, otel parasını bile veremeyen fakir bir insansınız. Polisler ne isterler sizden?’ diye sormuştu. Orhancık bu ne desin, verecek cevap bulamamış, boynunu bükmüş: ‘Ne bileyim ben…’ demiş. Gerçekten de polislerin ne istediğini bilmiyordu. Gelip sorsalar, öğrenmek istediklerini polislere Orhan kendisi anlatırdı.” (Kemal, 1996: s. 21).
İstanbul’a dönüşüyle aynı yıl 10 Kasım’da bir haftalığına geldiği Ankara’da belediyenin kazdığı bir çukura düşer ve başından hafifçe yaralanır. İki gün sonra İstanbul’a döner. 14 Kasım günü bir arkadaşının evinde öğle yemeği yerken fenalık geçiren şair hastaneye kaldırılır. Beyinde damar çatlaması yüzünden başlayan rahatsızlığın sebebi doktor tarafından anlaşılamaz ve Orhan Veli’ye alkol zehirlenmesi teşhisiyle tedavi uygulanır. Ancak beyin kanaması geçirdiği sonradan anlaşılan şair aynı akşam saat 8’de komaya girerek gece komadan çıkamaz ve Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata veda eder.
Rahatsızlandığı sırada üstünde bulunan ceketin cebinden bir diş fırçasının sarılı olduğu kağıda yazılmış “Aşk Resmi Geçidi” isimli şiiri çıkar. 1 Şubat 1951’de arkadaşları tarafından anısına Son Yaprak çıkarılır. Tek sayı olarak basılan bu dergide Orhan Veli’nin daha önce yayımlanmamış “Aşk Resmi Geçidi” şiiri de yer bulur.
Rus klasiklerinden çıkmış bir çevirmen
Yüzbaşıoğlu Apartmanı’nda ayak izi olan bir diğer şaşırtıcı isim ise Gaffar Güney.
Asıl adı Abdullah Gaffar Çıtanak. Bu meşhur orta katta görevli çevirmenlerden biri Güney. Anlatılanlara göre Gaffar Bey o kadar yakışıklı biriymiş ki sokaktan geçerken dönüp bakmayan kimse yokmuş. Azerbaycan’dan kaçarak geldiği Türkiye’de Rus edebiyatından yaptığı çevirilerle tanınırmış. İstanbul’da, Balıkesir’de ve Ankara’da öğretmenlik yapmış, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Rusça dersleri vermiş. Onu yakından tanıyan Samet Ağaoğlu, Ankara’daki çalışma yaşamıyla ilgili şunları söyler:
“Bakanlık rahmetli Yusuf Akçura’nın devlete bıraktığı kütüphanede kitapların, vesikaların tasnifine, konularına göre sıralanıp defterlere yazılmasına bu arkadaşımı memur etmiş, o da benden çalışırken yardım istemişti. Tatlı, biraz kalın sesi, biraz değişik şivesi esmer yüzünün sevimliliğini artırıyordu. Ama bakışları hep hüzünlü idi. Az konuşuyordu. Konuşmak için aradığı konu da hemen hep çocukluk yıllarının hatıraları. Akçura’nın 1935’te vefat ettiği düşünüldüğünde, söz konusu çalışmanın bu yılın ardından gerçekleştiği söylenebilir.” (Ağaoğlu, 2013: s. 22).
Ağaoğlu, Gaffar Güney’in yaşadıklarından, son yıllarında geçirdiği değişimden öylesine etkilenir ki ileride sözünü edeceğimiz “Öğretmen Gafur” öyküsünü yazar; aslında onu en yakından tanıyan ismin de Samet Ağaoğlu olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu süreçte, Gaffar Güney’in Bunin, Gorki, Lermontov, Puşkin, Turgenyev gibi yazarlardan Türkçeye çevirdiği öyküler, Seçme Rus Hikâyeleri adıyla ve Ülkü Basımevi’nce 1940’ta basılır. Bu yıllar Gaffar Güney’in hem öğretmenliği hem de çevirmenliği başarıyla yürüttüğü yıllardır. Fakat sonra gizemli, birçok söylentiye yer verecek ve sebebi hiç anlaşılamayan bir şekilde bu başarılı ve yakışıklı çevirmen tabiri caizse delirip sokaklara düşer, üstü başı pejmürde halde sokaklarda gezmeye başlar.
Gaffar Güney’i, Yaşar Nabi’yle birlikte hatırlayanlardan biri de Melih Cevdet Anday. Anday, Gaffar Hoca’yla sık sık, özellikle de Yaşar Nabi Nayır’ın evindeki cuma akşamı toplantılarında karşılaştıklarını söyledikten sonra şöyle der:
“Giyimine kuşamına özenli, güler yüzlü, tatlı konuşan yakışıklı bir adamdı. Sonra nasıl oldu, ne oldu bilemiyorum. Gaffar Güney, işini gücünü yüzüstü bırakıp, yalın ayak, göğüs bağır açık, elinde bir sopa ile sokaklara düştü. Eski arkadaşlarını artık tanımıyor, ya da görmezlikten geliyordu. Biz de onunla karşılaştığımızda, üzüntüden başımızı önümüze eğiyorduk.” (Anday, 1994: s. 98).
Samet Ağaoğlu da “Öğretmen Gafur” adlı öyküsünde benzer bir betimlemeyle şunu söyler: “Gafuru o günden sonra her defasında biraz daha perişan biraz daha sefil gördüm. Saçları omuzlarına kadar uzadı. Sakal ve bıyıkları bütün yüzü sardı. O zaman başı muzip bir manzara aldı. Bir arslan başına benziyordu. Sokaklarda terliklerini sürükleyerek avare avare dolaşıyor, kendisine para vermek isteyenlere dikkatle bakarak uzaklaşıp gidiyordu.” (Ağaoğlu, 1953: s. 11)
Öğrencisi olanların saygı ve minnetle andığı, çevirmenliğiyle birlikte eğitimciliğinin de takdirle karşılandığı ve giyimine özeniyle dikkat çektiği yıllardan sonra geldiği nokta, Gaffar Güney’in daha öncesinde bıraktığı izlenime bütünüyle aykırıdır. Şair Halil Soyuer, arkadaşı Yaşar Altınışık’la Atıfbey Mahallesi’ndeki kahvelerin birine gittiğinde, Gaffar Hoca’nın Sabri Dönmez adındaki ev sahibiyle sohbet etme fırsatı bulur. Dönmez’in “Eşyalarından çok sandık sandık kitapları vardı,” dediği Gaffar Hoca’yla ilgili anlattıklarından notlar alır:
“Arada sırada Fikret adında bir oğlan çocuğu gelirdi eve. Bu benim oğlum derdi. İlk karısındanmış. Sonra bir gün bir adamla birlikte eve geldiler. O adam evdeki kitaplarını sandıklara doldurup götürdü. Gaffar Hoca galiba kitaplarını bu adama satmış. Bazı akşamları kendisine biz yemek verirdik bazı akşamları da sefertasıyla kendisi dışarıdan yemek getirirdi. Yıllar geçti eve gelmez olmuştu. Sanırım 1950 seçimlerinden sonraydı eve gelmez olmuştu. Neredeydi ne yapıyordu bilemedik. Arayıp sorduk tanıyan olmadı. Biz de üç dört ay odasını kilitli tuttuk. Baktık ki gelen giden yok. Zaten içerde bir yatağıyla bir battaniyesi vardı. Onları dışarıya çıkarıp odayı boşalttık. Onun eşyalarını senelerce muhafaza ettik ama bir daha Gaffar Hoca bize görünmedi.” (Soyuer, 1994: s. 24-25)
Gaffar Güney 1955’te yaşamını yitirir. 1940’ların son yıllarından ölümüne dek yaşadıkları, gizemli ve sıra dışıdır. “Rusça ile ilgisi nedeniyle izlendiğinden ürktüğü” ve “bunalıma düştüğü” söylenir, ki “komünist” olduğu gerekçesiyle soruşturmaya maruz kalması, kaygılarının yersiz olmadığını gösterir. Fahir Aksoy, “saldırılar, baskılar sonucu yaşadıkları zor günlere, fizyolojik ve psikolojik darbelere dayanamayarak delirdiğini” söyler. Karşılıksız bir aşka tutulduğu da söylenenler arasındadır.
Buraya kadar okuduğunuz hikayedeki Gaffar Güney esasen oyuncu Fikret Hakan’ın babasıymış. Hocam Yavuz İşcen anlatınca çok şaşırmıştım. Gerçek adı Bumin Gaffar Çıtanak; adını sinemaya başlayınca mahkeme kararıyla Fikret Hakan olarak değiştirmiş. Yıllar sonra Bumin Kağan Güney yani Fikret Hakan, Tellak Ali adlı bir kitap çıkarıyor ve ilk sayfasında “Babam’a” yazıyor.
İşte böyle. Yüzbaşıoğlu Apartmanı’ndan geçip giden bir şair ve çevirmenin hikayesini kaynaklardan derleyerek kısaca anlatmaya çalıştım. Hala yerli yerindeyken ve yıkılmamışken, önünden geçerken bu apartmanı görmezden gelemem sanırım. Kafamı kaldırıp şöyle orta kata baktığımda en azından Orhan Veli, Gaffar Güney ve daha nicelerinin buradan geçtiğini biliyorum.
Yazar: Didem Gündü
Kapak fotoğrafı: Ankara Apartmanları
Kaynaklar
Ağaoğlu, Samet. (1953). Öğretmen Gafur. İstanbul: Varlık Yayınları.
Ağaoğlu, Samet. (2013). İlk Köşe. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Anday, M. Cevdet. (1994). Akan Zaman Duran Zaman I. İstanbul: Adam Yayıncılık.
Dervişoğlu, Efnan. (2018). “Kurgu ile Gerçek Arasında Bir Çevirmen Gaffar Güney”. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. Sayı: 61, s. 83-88.
Kemal, Mehmed. (1996). Acılı Kuşak. Ankara: Çağdaş Yayınları.
Soyuer, Halil. (1994). A. Gaffar Güney’den Anılar. Kıyı, S. 96, 24-25.