Getting your Trinity Audio player ready...
|
Çok değil, kısa bir süre önce Ankara’nın iki önemli köprüsü yıkıldı. Selanik Caddesi’ni Sakarya’ya bağlayan üst geçit ve 96’lar Köprüsü. Köprülerin kent estetiğine katkısı nedir, yıkılınca ne kazandık, ne kaybettik, bilmiyorum. Bu iki köprü 90’larda öğrenci olanların aklına iki nedenle kazınmıştı: 6 Kasım’da Sakarya üst geçitten atılanlar ve her vize/final döneminde pusuya düşürülüp kafasında keser patlatılanlar. 90’lar Ankara’sında öğrenci olmak güzeldi de vücut bütünlüğünü korumak ustalık gerektiriyordu.
20 Mart günü Diyarbakır’a gidecektim. 18 Mart akşam saatlerinde, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptali haberi geldi. O gece ne getireceği belirsiz bir güne uyanmak için uyurken, içimin sıkıntısını dağıtmak için “En azından yolculuk öncesi hazırlıkları yaparım” diye teselli ettim kendimi.
19 Mart sabahıysa, gözümü açar açmaz sokağa fırladım. Yüzümü jilet gibi kesen soğuğu hissetmiyor, içimi ateş gibi yakan “Hay sen gene be” hissiyle itişiyordum. Biraz Saraçhane, biraz Vatan Emniyet. Dolandım durdum. Henüz kimse neyin ne olacağını kestiremiyordu.
Ertesi gün ben Diyarbakır’dayken Saraçhane’de eylemler başlamıştı ve meslek hayatımın cilvesi başka bir haber için şehir dışındayken, İstanbul’u izleme lanetine yakalanmıştım.
O yüzden gelir gelmez ayağımın tozuyla Saraçhane’ye gittim. Maç izleyen polisler, konuşma yapan Özgür Özel, ani bastıran soğuk ve her şeyi göze alıp toplanan gençler, “müdahale olursa ne yaparız” kaygısı derken, yorgunluğa teslim olup yavaş yavaş uzaklaşmaya başladım.
Uzun yıllar eylem takip edenler bilir. Müdahalenin yaklaşacağını hissedersiniz. Her şey çok sakinken sinsice o his ele geçirir sizi. Birazdan bir telsiz sesinin, bir cop darbesinin alana yayılacağını, şu anda birbirine umutla yaslanan insanların birazdan kaygıyla her yana dağılacağını sezersiniz. Çok acı bir histir bu. İçime yavaş yavaş yayılan o hisle adımlarımı Edirnekapı’ya doğru çevirdiğimde panzerin huzursuzca hareket ettiğini de gördüm. Sonrasını zaten hepiniz gördünüz.
İşte o ilk anlarda aklıma hep 1998 yılının Ankara’sı gelir.
*
“Ne yapıyorsun, buraya gel!”
Karşımda beni göremeyen birini güçsüz bedenimle iterken ağzımdan dökülenler…
4 Mart 1998 günüydü. Özgür Üniversite’de Temel Demirer’in dersindeydik ama aklımız derste değildi. Dışarda memurlar Türkiye’nin her yanından gelmiş, oluk oluk Ankara’ya akmıştı. Temel Hoca elbette teoriyle pratiği hepimizden iyi biliyor, o yüzden bizi orada, o anda tutmanın önemini biz düşünmeden kavrıyordu. Şöyle dedi:
“Bugün size ne anlatabilirim ki? Bugün dersimiz sokakta.”
Bunu duymanın getirdiği rahatlıkla kendimizi sokağa attık. Üniversiteli ve heyecanlıydık, memurlarla, işçilerle örülecek dayanışmaların sonsuzluğuna inancımız büyüktü.
Ankara ve İstanbul kıyaslayanlar, Ankara’ya bir konuda daha haksızlık ediyor. Ankara’nın “resmiyetinde” eylem yapmak biraz zordur. Kaygısı büyüktür, önlemi serttir. Acıması azdır. Ankara yalnız insanını değil, gerekirse sokağını da “gözaltına” almasını bilir. Yıllarca polis barikatlarının ardından bakan İnsan Hakları Anıtı’nı hatırlayın.
Atatürk Bulvarı’nı kapatan binlerce insan bu resmiyeti kırmış, “Olabiliyormuş bak” umudunu kalbimize ekmişti. Sabahtan beri soğukta eylem yapan memurlar, o günün ilk saatlerinde su sıkılan panzerlerin önünde dururken, “Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız, ya siz?” diyor, martın soğuğunda ıslanmaya aldırmıyorlardı.
Güneş batıp Ankara ayaza hazırlandığında, oturma eyleminin devam etmeyeceğini kestiriyorduk da bizi dağıtan ne olacak, ona emin olamıyorduk. Kitlesel olaylarda biber gazı hiç kullanılmıyor değildi ama bugünkü gibi ilk akla gelen çözüm de sayılmazdı. O yüzden aniden patlayan sesi duyduğumuzda bunu silahla karıştırmış, hemen ne yapmamız gerektiğine ilişkin bir çözüm düşünmüştük.
Sonra yavaş yavaş gözlerimiz yanmaya, içimizi kavuran bir ağırlık çökmeye başlayınca bunun “yeni” bir şey olduğunu anladık. panzer son hızla bize doğru gelirken, biber gazından tamamen kontrolünü kaybetmiş Tolga’yı yoldan nasıl çektim, bugün bile bilmiyorum.
*
Memurlar bize güç vermesine vermişti ama öğrenciler olarak eylemlerde pek yalnızdık. Hele okulun sınırları içindeysek, o duvarlar arkasında başımıza ne geldiği kimseye kolay kolay malum olmazdı.
Her vize ve final dönemi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin gençleri için bir maceraydı. Okuldan çıkarken de okulda dururken de her an kendinize mukayyet olmak zorundaydınız yoksa kafanıza keser yemeniz, arkanızdan döner bıçağıyla koşan birini görmeniz işten değildi.
Üstelik her dönemin yaygın argümanlarından biri olan “Kim bilir ne yapmış” sözü DTCF için geçerli değildi, kütüphanede kitap okuyanlar da kendilerini bir anda coplanırken bulurdu. DTCF’liyseniz politikadan bir yere kadar kaçabilirdiniz.
90’ların ikinci yarısı Cebeci’de okuyanlar için de, DTCF için de hareketliydi. 2001’de ODTÜ’ye girdiğimde, “Aaa burası ne kadar apolitik” diye düşünmeme kalmadan imzacı öğrenci kıyımı başladı ve ODTÜ’de Devrim yazısının silinmediğini acı bir dersle öğrendim.
90’ların ikinci yarısı bir hayli hareketliydi. Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık, Mecliste Pankart Açan Gençler için yapılan eylemler, 6 Kasım protestoları, 28 Şubat, yemekhane boykotlarıyla şekillenen günlerin bizim kuşak için miladı bence 19 Aralık günüydü.
19 Aralık’a giden aylarda Ankara kitlesel ve sert eylemlere sahne olmuştu ama 19 Aralık o güne kadar gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Sosyal medya yoktu, cep telefonu bile yaygın değildi ama fısıltı gazetesi işliyordu. Sabah 8’de okula girdiğimde olağanüstülük olduğunu anlamış, ondan sonra sokağa çıktığımda her yanı saran akıl tutulmasına şahitlik etmiştim.
Sadece DTCF’den 80’e yakın insan tutuklandı. Tutuklanmayanlarsa, isimlerini okulun penceresine asılan “Arananlar” listesinde gördü. Ailelerimize emniyetten gelen uyarılar, arka arkaya açılan davalar, gözaltılar derken artık hepimiz eylemlerin çocuksu umudundan sıyrıldık ve gerçekle yüzleştik: Ortaya konulan şey, hayatımızdı.
Bugünkü gibi.
*
Henüz o umut yitirilmeden önce de ortalık günlük güneşlik değildi, yanlış anlaşılmak istemem. Mesela okul arkadaşlarımızdan birinin kafasına 96’lar Köprüsü’nden geçerken satırla vurulmuş, 36 dikişin sonunda ancak kendine gelmişti. Tatlı ve umutluyduk, hayattan bihaber değildik. Bahçelievler Katliamı’nın dehşetini biliyor, bizi didik didik arayan Özel Güvenlik Birimleri’nin “gözünden kaçan” döner bıçaklarını görüyorduk. Gözaltından çıktıktan hemen sonra akciğeri sönenler ya da bir daha hiç dönmeyenler, duyduğumuz şeylerdi. Nihayetinde 90’lardaydık ve o karanlıkta yol bulmaya çalışıyorduk.
Samsun Asfaltı’nda otomobillere bakanlara bir borcumuz olduğunun farkındaydık.
Yine de yaşadıklarımızı gülerek karşılayacak gönül ferahlığına sahiptik.
99 yılının final döneminde okulda işler yine kızışmış, olur olmaz yerlerde saldırılar başlamıştı. Bir gün önceki çatışmada yaralanan arkadaşlarımızı ziyaret etmek için okula hemen 5 dakika uzaklıktaki Numune Hastanesi’ne gittim. Gözaltına alındıkları haberini alıp koşarak geri döndüm. Okuldan uzak kalma sürem toplamda 10 dakika değildi ama döndüğümde bahçeyi hortumla yıkıyorlardı, çünkü yerler kanlıydı.
Ortalığı temizleyen görevli “Okul tatil oldu, geç kaldın, arkadaşlarını gözaltına aldılar,” diye “müjdeyi” verdi. Yalnız Orta Bahçe’dekiler değil, okulun içindeki öğrenciler de gözaltı furyasından kaçamamıştı. Tiyatro Bölümü’nün prova yapmaya çalışan öğrencileri (çünkü elbette sanat yapmak da mücadele işiydi) durumdan payına düşeni almış, prova kostümleriyle sürüklenmişti.
O 10 dakikalık sürede Nâzım Hikmet’in deyişiyle, “mübalağa cenk olunmuştu.” Sonraki günler gözaltına alınanlar salıverildiklerinde birbirine yaralarını gösteriyor, ahlaya oflaya gülüyordu.
Neyse ki Ankara eylemleri bana adil davrandı. Sonraki yıllarda uzun uzun koşarak, bol bol gaz yiyerek açığımı kapattım.
Evet, neticede ortaya konulan şey elbette hayatlardı ama 4 Mart’ta duyduğumuz slogan belki de hiçbir sloganın etkilemediği gibi etkilemişti bizi: Biz çocuklarımıza onurlu bir gelecek bırakacağız, ya siz?
Kapak fotoğrafı KESK’in X hesabından alınmıştır.