Bugün, Ankara havasını solumuş, şanslı filmlerimizin birinden bahsedelim istedim. Çocukluğunun bir parçasında eline bir yerlerden atari geçirebilmişlerin, ucundan köşesinden hatırladığına emin olduğum bir filmden: Uçurtmayı Vurmasınlar.
Film 1989 yapımı bir Tunç Başaran filmi olmakla kalmayıp Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’nde çekilmiştir. Başrollerini Ozan Bilen ve Nur Sürer’in paylaştığı film Feride Çiçekoğlu’nun aynı adlı romanından uyarlanmıştır. Dönemin birçok ödülünü de toplayan film ayrıca Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde Yılın En İyi Türk Filmi seçilmiştir. Bakmayın böyle ansiklopedik anlattığıma şahsım tarafından bilinen en iç yakıcı film unvanına da sahiptir.. Beş yaşında bir çocuk olan Barış’ın dünyası teyzeleriyle volta attığı bir avludan ve koğuştan ibaretken, ona yeşil çayırları anlatan İnci Ablamız vardır ki canımızın içidir o.
Koğuştaki kadınlar ülkenin mozaiğini gayet net oluşturmaktadır, “düşünce” suçluları bir yandayken diğer tarafta ülkem kadınının ezilmişliğini, kullanılmışlığını görmekteyiz. Fakat bütün bu olumsuzlukların içinde bir güzellik, saflık yetişmektedir ki onunla kimse başa çıkamaz. Bir çocuk bakışında kırılıp paramparça olur hepsi.
“Barış’ı tanıdığım yerde ne çiçekler vardı, ne de başı bulutlarda bir çınar. Simitçinin gevrek sesi bile giremezdi oraya. Taş avluya yalnızca kuşlar konardı bazen. Adının anlamı dünyayı kucaklasa, taşta büyümezdi Barış.” cümlelerini duyduğunuz andan itibaren ciğeri masaya bırakmaya hazır olun derim ben.
Filmde ustaca gösterilen ve özellikle değinmek istediğim konu ise hoşluğu kadar nahoşluğuyla da meşhur olan ülkem Türkiye’de kadına bakış. Dünya üzerindeki her toprak parçasında bulunan ve yaşanan dişilik, bu ülkede size pembe bir kimlikle veriliyor. İçerisinde bulunduğumuz yüzyılda “kadın” konusunda bilinçlenme farklı kıtalarda adeta sırıkla atlar gibi ilerlerken ülke olarak bu alanda iplerimizden kurtulmamız için biraz daha ıkınmamız gerekiyor. Bakınız hiç feminizme girmiyorum fakat bizim toplumumuzda kadın-erkek kavramları yeri geldi ahlak ve din ile yeri geldi genetikle açıklanmaya çalışıldı. Lakin bir gün bir insan evladı da çıkıp demedi ki bu “İNSANLIKTIR”.
Film içerisinde bir sahne var, ablamız koğuşta arkadaşlarıyla konuşurken dışarıdaki kocasının kadınlarla olan ilgi alakasına saydırıyor. Cesur yürek bir başka ablamız da “Madem öyle neden üstlendin herifin suçunu?” deyince verdiği cevap tüylerimi ürpertiyor: “Erkek dışarıda olacak ki bize baksın.” Şimdi nasıl kalkıp anlatabilirsin bu ablaya, diyebilir misin “Bu erkek hegemonyasıdır, ataerkilliktir, kadına şiddetin temelidir, yanlıştır!” diye. Evet belki Orta Çağ Avrupası’nda büyücü sanılıp yakılan kadınları, Afrika’da mal gibi satılıp alınan, ırzına geçilip köleleştirilen kadınları bilmez ama Cahiliye Dönemi Arap Yarımadası’nda diri diri gömülen kız çocuklarını bilir. Bunu öğrenerek büyür ve belki de diri diri gömülmediğine şükreder. Toprak altına diri diri girmediği sürece ne sokaktaki sözlü tacizden, ne ağzından düşürmediği hemcinsi kaynaklı küfürlerden, ne de kendisine takılan lakaplardan rahatsız olur.
İşte aklımı bütün bu düşüncelere boğan film Uçurtmayı Vurmasınlar, Oscar Aday Adayı, 80’lerin buğulu havasında bir dönem dramı ve elbette tartışmasız Ankara harikası.