İlk Devre: Kıvılcım
Takvimler 1936 yılının yaz mevsimini gösterirken Berlin, olimpiyat tarihinin belki de en ilginç oyunlarından birine ev sahipliği yapıyordu. Hitler, uluslararası kamuoyunun, birçok yabancı izleyici ve gazetecinin takip edeceği olimpiyat oyunlarını, iktidarını meşrulaştıran barışçı ve tolerans sahibi bir Almanya izlenimi yaratabilmek için fırsat olarak görüyordu. Öte yandan Alman takımının olimpiyatlarda göstereceği başarı, Hitler’in “arı ırk” teorisini de destekleyecekti. Nitekim olimpiyat oyunlarının sonunda Almanya, en yakın rakibi Amerika Birleşik Devletleri’nden kırk altı madalya fazla kazanarak büyük bir başarı yakaladı. Fakat 1936 Yaz Olimpiyat Oyunları’ndan akılda kalan Almanların bu büyük başarısı olmadı.
Uzun atlama finalini Alman rakibi Luz Long’un önünde bitiren ABD temsilcisi siyahi atlet Jesse Owens’ın başarısı, 1936 Yaz Olimpiyat Oyunları’nda akıllara kazındı. Rivayete göre Owens’ın elini sıkmak istemeyen Hitler, yarıştan hemen sonra stadı terk etti. Rivayetler gerçekleri işaret ediyor mu bilinmese de Owens’a esas haksızlığın olimpiyatların ardından döndüğü ülkesinde yapıldığı aşikar. Olimpiyatlardaki başarısının ardından dönemin devlet başkanı Roosevelt tarafından Beyaz Saray’a davet edilmeyen Owens’ın kendisini küçük düşürülmüş hissettiğini tahmin etmek hiç de zor değil.
Benzer olaylar olimpiyat tarihi boyunca sıkça karşımıza çıkmaya devam etti. Tıpkı 1968’de Mexico City’de yaşananlar gibi. 200 metre finalinin kazananı Tommie Smith ve yarışı üçüncü tamamlayan John Carlos, kürsüde Amerika’da devam eden ırkçılık ve insan hakları ihlallerini protesto etmek istediler. İkili kürsüye biri sağ, diğeri ise sol eline birer siyah eldiven takarak çıktı ve seremoni esnasında yumruklarını havaya kaldırarak sessiz bir protesto gerçekleştirdi. Ortaya hepimizin bildiği o ikonik fotoğraf çıkarken sporcuları ülkelerinde kaotik bir durum bekliyordu. İkili, bu eylem nedeniyle uzun süre ülkelerinde dışlanacak ve ölüm tehditleri alacaktı.
Spor her zaman ilgi çeken, göz önünde olan ve kitleleri kolayca etkisi altına alan bir unsur olmuştur. Özellikle olimpiyatlar ve futbol Dünya Kupaları, gerçekleştikleri dönemlerin siyasi atmosferinden oldukça etkilenmiş, pek çok politik figürü dünya kamuoyuna kazandırmıştır. Tıpkı tarih boyunca tüm Olimpiyat Oyunlarında ve Dünya Kupalarında olduğu gibi. Yakın geçmişte göçmen karşıtlığı üzerinden zenofobinin ve buna paralel olarak da aşırı sağın hızla yükseldiğini söylemek mümkün. Bu yükselişin bir çıktısı olarak, son yıllarda gerçekleşen seçim sonuçlarının da etkisiyle aşırı sağ ve popülizmin yaptığı primden kendince faydalanmak isteyen merkez partilerin söylemlerinde de popülizme kayan ve zenofobik eğilimler görülmesi söz konusu. Öyle ki farklı etnisiteden insanların sosyolojik etkileri, milyonlarca sığınmacıya ev sahipliği yapan ülkemizde de yakın dönemde gündemdeki yerini asla kaybetmeyen bir konu haline geldi. Belki de asıl ürkütücü olan ve gelecek için risk teşkil eden şey de toplumun sinir uçlarıyla oynamak için çok kolay araçsallaştırılabilecek göçmenler ve merkez siyasetin kendini konumlandırdığı noktadaki bu popülizme kayış. Ayrıca siyaset dilinin günlük dile yansımasıyla ırkçılığın tüm mecralarda gözle görülür oranda artması da söz konusu.
Almanya’da siyasi söylemlerini tamamen göçmen karşıtlığı üzerinden inşa eden Almanya için Alternatif (AfD) gibi partiler ve PEGIDA gibi sivil toplum kuruluşlarının her geçen gün kendilerine buldukları destek artıyor. Durumu sadece Almanya özelinde ele almak da doğru değil. Avrupa’da pek çok ülkede göçmen karşıtı hareketler ve siyasi partiler bir süredir yükselişte. Belçika’da tehdit analizi yapan devlet kurumu OCAD’ın 2021 yılında yayımladığı raporda, ülkede aşırı sağ ideolojinin çok ciddi bir şekilde yükselişte olduğu, giderek zemin kazandığı ve özellikle internetin, aşırıcı fikirlerin yayılmasında önemli rol oynadığı belirtildi. Birleşik Krallık’ta Brexit kampanyası boyunca Avrupa Birliği’nden ayrılmak isteyen UKIP’in kullandığı ayrıştırıcı dili de bu listeye eklemek mümkün. Bu noktada, örneğin Brexit kampanyası boyunca AB karşıtlarının kullandığı sloganlardan birinin “Londra, İstanbul olmasın.” olduğunu unutmamak gerek. Aynı şekilde kampanya boyunca AB karşıtı Vote Leave grubu, gözlerini uluslararası göç alanına çevirerek bu dönemde “Türkiye (76 milyon insan) AB’ye giriyor” posterini kullanmaya başladı. Boris Johnson gibi önceleri Türkiye’nin AB’ye girmesini özellikle desteklemiş politikacılar bile konuyu AB’den çıkmak için bir neden olarak göstermeye başladı. Bu süreçte Türkiye’den gelebilecek milyonlarca göçmenin figür olarak kullanılan resimleri, uzun süre gündemde tutuldu. Nitekim pek çok göçmene ev sahipliği yapan Birleşik Krallık, zenginliklerin paylaşımı noktasında göçmen karşıtı bir refleksle hareket ederek göç politikasını uygulama noktasında ayrıştığı Avrupa Birliği’nden ayrılma kararını uygulamaya koydu.
Popülizmin bu denli etkili olduğu bir siyasal atmosferde yapılan spor müsabakalarının da popülist söylemlerden etkilenmesi kaçınılmaz. Örneğin Almanya 2014 Dünya Kupası’nda zafere yürürken Mesut Özil kadronun en önemli parçalarından biriydi. 2018’de ise Lineker’in meşhur “Futbol 22 kişinin 90 dakika boyunca mücadele ettiği ve sonunda Almanların kazandığı bir oyundur,” savı çökünce, konjonktürel olarak bu yıkıntının altında kalan isim yine Özil olmuştu. 2018 yılında kupaya damga vuran bir diğer ırkçılık vakasında ise Özil ile bir başka ismin yolu ilginç şekilde kesişmişti. Almanya-İsveç maçının sonlarına doğru ırkçı saldırılar bu kez Türk asıllı İsveçli futbolcu Jimmy Durmaz’ı hedef almıştı.
Tamamen farklı bir coğrafyada, farklı bir mevsimde ve sosyolojik olarak sert bir farklılığın olduğu Katar’da şu günlerde oynanan 2022 Dünya Kupası’nda, 2018 Dünya Kupası’nda yaşananların ne kadarına yakınının yaşanacağı, kitleler için ilgi çekici. Ayrıca maçları takip etmek için kıta değiştirecek Avrupalılar ile bölge halkları arasında yaşanabilecekler merak konusu. Sonuç olarak son Dünya Kupası’nın sahibi belki de trajik bir şekilde tüm saldırganlara cevap verircesine kadrosunun %78,3’ü göçmen kökenli oyunculardan oluşan Fransa oldu. Keza Fransa 1998’de kendi evinde kupayı kazandığında, takımın en önemli parçaları yine göçmen kökenlilerdi. O dönem Front National lideri Le Pen, bugün dünyanın hemen her yerinde göçmen kökenlilere yönelik ortaya çıkan söylemlere benzerlik gösteren bir şekilde milli takımın milliliğini eleştiriyordu. Zidane’ın kupayı getiren kafa golü belki de eleştirilere verilen en iyi cevap olmuştu.
İkinci Devre: Kor
Irkçılık dün doğan bir kavram değil. Yeni kıtanın yakın geçmişindeki çirkin deneyimleri hala taze. 1967 yılında orduya katılarak Vietnam’a gitmeyi reddeden ve Muhammed Ali ismini alarak Müslümanlığı seçen Cassius Marcellus Clay Jr.’ın vatan haini ilan edilerek boks lisansının elinden alındığını ve toplumsal bir lince maruz kaldığını hepimiz biliyoruz. Hem ten rengi hem de dini kimliği nedeniyle ağır bir ırkçılıkla karşı karşıya kalan Muhammed Ali, günümüz dünyasında pek çok insanın odasını süsleyen posterleri ile bir kahramana dönüşmüş durumda.
Muhammed Ali’nin yaşadıklarından uzun bir süre sonra, 2016 yılında Amerikan Futbolu Ligi (NFL) bir başka olaya ev sahipliği yaptı. San Francisco 49ers oyuncusu Colin Kaepernick, ABD’deki ırkçılık ve polis şiddetini protesto etmek için San Diego Chargers’a karşı oynanacak maç öncesi ulusal marş çaldığı sırada diğer takım arkadaşları gibi ABD bayrağına bakmak yerine bir dizini yere koyarak bir eylem gerçekleştirdi. Kaepernick, yaptığı bu eylem sonrasında NFL’in yanı sıra kulüpler tarafından da dışlandı ve gelen tepkilerin ardından sporu bırakmak zorunda kaldı. Yine yakın geçmişte, Minneapolis kentinde George Floyd‘un polis tarafından boğazına basılmasının ardından hayatını kaybetmesi üzerine Black Lives Matter hareketi yeniden canlanmış ve tüm dünyada Kaepernick’in eyleminden ilhamla yankı bulan eylemler yapılmıştı. Hatta bu eylemler yalnızca ABD’de NBA, NFL ve NASCAR’da değil, dünyanın her yerinde hemen her spor organizasyonunda destekçi bulmuş ve ortaya pek çok ikonik kare de çıkmıştı.
Sonuç olarak ırkçılık son yıllarda özellikle göçmen karşıtlığı üzerinden hızla artmakla birlikte bu durum yalnızca dünün ve bugünün değil apaçık bir şekilde yarının da sorunu haline geldi. Hayatın her alanında şiddet, baskı, mobbing ve benzeri kılıflarla karşımıza çıkan ırkçılığın, spor müsabakalarında da sık görüldüğünü kabul etmek gerek. Son Dünya Kupası’nda bizim için tanıdık sporcuların başına gelenler, tarih boyunca yaşanan pek çok olayın yalnızca birer benzeri. Resmi rakamlara göre sayıları dört milyonu aşan sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye’nin de maalesef dünyayı etkisi altına alan bu iklimden etkilendiğini söylememiz mümkün. Türkiye özelinde düşününce, özellikle futbol taraftarları arasında bir süredir var olan ten renkleri ve bölgesel farklılıklardan ülke içindeki diğer etnik unsurlara yönelik futbol takımlarına uzanan nefret ve ırkçılığın, ilerleyen yıllarda ülkedeki sığınmacılar tarafından kurulacak ya da desteklenecek takımları etkilememesi ise neredeyse mümkün değil. Tüm bunların dışında, toplumsal baskı ve bürokrasinin sığınmacıları görünmez kılmaya yönelik politikaları ile bu insanların sporla ilgilenmelerinin önünün kapatılması ise son kertede sığınmacıların ülkeye uyumu noktasında son derece yaralayıcı olacaktır. Çünkü tarihteki pek çok örnekte de görüldüğü üzere spor, göçmen toplumların mesken ülkeye uyumu ve o ülkedeki birlikte yaşama kültürüne en çok katkı yapan enstrümanlardan biridir.
Dünya Kupası’na 2022 yılında Katar’ın ev sahipliği yapacağının açıklanmasından sonra ülkede özellikle stadyum inşaatları konusunda devasa bir atılım yapıldı. Katar’da bu zamana dek var olan stadyumlar dışında Dünya Kupası için inşa edilen yedi yeni stadyuma ek olarak düzinelerce büyük proje tamamlandı ve ülke, havalimanı ile yollar da dahil olmak üzere inşaatları tüm hızıyla sürdürdü. Tüm bu inşaatlar için harcanan rakamın büyüklüğü ise tam olarak bilinmiyor. Ayrıca maçların oynandığı esnada Katar’da sıcaklığın yüksek derecelerde olması nedeniyle stadyumlara dev havalandırma sistemleri kurulduğu biliniyor. Havalandırma sistemlerinin iklim üzerinde yaratacağı etki ise endişe verici. Bu harcamaların büyüklüğü üzerine çeşitli tartışmalar sürerken organizasyon hazırlıklarının başlamasından bu yana çeşitli inşaatlarda ve stadyum yapımları esnasında Hindistan, Pakistan, Nepal, Bangladeş ve Sri Lanka’dan 6500’den fazla işçinin hayatını kaybettiğinin açıklanması da olayın trajik boyutunu oluşturuyor. The Guardian Gazetesine göre Filipinler ve Kenya dahil olmak üzere Katar’a çok sayıda işçi gönderen bazı ülkelerden ölümler bu rakamlara dahil olmadığından, toplam ölü sayısının daha yüksek olabileceği belirtiliyor.[1]
Aslında küreselleşmenin yol açtığı kolay iletişim yollarıyla beraber bölgeler arası eşitsizliklerin daha görünür kılındığı günümüzde, ortak bir gelecek çizmenin yolu yalnızca sporun içerisindeki devasa figürler için değil, gündelik hayatın bir parçası olan göçmenler için de farkındalık yaratmaktan geçiyor. Farklılıklarımızı bir kenara bırakıp daha barışçıl ve huzurlu bir geleceğin tesisi için her bir bireyin küçük de olsa yapabileceği bir şeyler var. Belki de hiçbirimiz Muhammed Ali, Owens, Colin Kaepernick, LeBron James ve bu listeye alabileceğimiz daha onlarca sporcu gibi kült birer figür değiliz. Fakat yine de kendi yakın çevremizde olumlu değişimlere imza atabiliriz. Tüm dünyanın ağır bir imtihandan geçtiği bugünlerde, umarım ortak insani değerlerde buluşabilmek ve sevdiğim bir Joan Baez şarkısındaki gibi her şeyin üstesinden geleceğimiz, birlikte ele ele yürüyeceğimiz yarınlarımız olur.
Kaynak
[1] The Guardian, “Revealed: 6,500 migrant workers have died in Qatar since World Cup awarded” (Erişim Tarihi: 24.11.2022)