Zamanın su gibi aktığı bir dönemde yaşıyoruz. Hayat mesai çıkışını, hafta sonunu, tatili, bir sonraki seyahati beklemekle geçiyor. Teknolojinin hızına zaten diyecek yok, elimizdeki telefon bir senede güncellemelerle yavaşlar hale geliyor, her yeni hafif dizüstü bilgisayar kendimizinkini sırtımıza daha da yük ediyor. Yeni açılan otobanlarla mesafeler azalıyor, her gün artan metro ağları bizi şehrin bir ucundan diğerine çabucak ulaştırıyor. Peki bu hızla nereye gidiyoruz? Bu soruya cevap ararcasına 1999 yılında İtalya’da tohumları atılan Cittaslow hareketi yaşamın, yaşamaktan zevk alınacak bir hızda yaşanmasını savunuyor. Cittaslow felsefesi insanların birbirleriyle sosyalleştiği, doğa ile vakit geçirebildiği, sanata vakit ayırabildiği, teknolojinin amaç değil araç olduğu şehirlerin gerçekçi bir alternatif olacağı hedefiyle yola çıktı.
Hareketin Başlangıcı ve Dünyada Citta Slow
Cittaslow hareketi ilk olarak İtalya’nın Bra, Orvieto ve Positano belediye başkanları tarafından tanınmış ve günümüzde tam 30 ülkede 262 kent Cittaslow unvanını almış. Cittaslow Türkiye ise bugün ilki Seferihisar olmak üzere toplam 18 kentten oluşuyor. Kentlerin seçilebilmesi için 72 kriter var. Başlıca kriterler ise nüfus miktarı, yavaş yaşam, kent ruhu, sürdürülebilir kalkınma ve yavaş yemek. En son cittaslow unvanı alan kent ise Ankara’nın ilçesi Güdül, bu unvanla beraber Ankara’nın ve İç Anadolu bölgesinin ilk cittaslow kenti oldu.
Sığacık, Seferihisar
Seferihisar, Türkiye
Cittaslow kavramı ile bundan 2 sene önce Seferihisar’ın Sığacık mahallesine gittiğimde tanıştım. Amacım Sığacık kale içindeki organik pazarı gezmek, süt reçelli kurabiye yemek ve Akkum plajlarında Ege ile kucaklaşmaktı. O sıcak temmuz gününde Sığacık’ta dolaşırken her yerde gözüme çarpan salyangoz figürlerinin tesadüf olmadığını, cittaslow akımını gururla temsil ettiklerini öğrenmiş oldum.
Seferihisar, dinginliği ile gerçekten de bu unvanın hakkını veriyor. Sığacık pazarını gezerken, semt pazarlarında görmeye alışkın olduğumuzun aksine ne yerlerde bir kez çöp gördüm, ne de bağıran esnaflar. Taze Ege otlarının, parlayan meyvelerin, el emeği hamur işlerinin, incelikle hazırlanmış el sanatları ürünlerinin yanına samimiyet ve güler yüz eklenince özlediğim yaşantıya biraz olsun yaklaşmış hissettim.
Orvieto& Positano, İtalya
İtalyanlar’ın “dolce far niente/hiçbir şey yapmamanın güzelliği” ilkesini ortaya çıkardıkları yer, Güney İtalya’nın Amalfi kıyıları. Hayatın yavaşlığından, manzaraların doyumsuzluğundan ve yemeklerin lezzetinden sarhoş olup hiçbir şey yapmadan sadece anın içinde kalmak demek. Positano, Güney İtalya’da bu ilkeyi hayata geçirebileceğiniz en güzel yerlerden. Geçirdiğiniz zaman boyunca kendinizi romantik bir filmin içinde gibi hissetmenize sebep olacak kadar gerçek dışı. Dik yamaca dizilmiş evler, masmavi deniz ile buluştuğunda ortaya o ikonik görüntü çıkıyor. Dar ve yokuşlu sokaklarında yürürken etraftan yükselen limonlu tatlıların, sabunların, likörlerin kokuları eşliğinde mutluluk sarhoşu olacaksınız. Hele bir de günbatımını saatinde yamacı izleyerek kahvenizi yudumlarken, hiç şehrinize ve sorumluluklarınıza dönmeyecekmişsiniz gibi gelecek.
Orvieto, merkezinde bulundurduğu görkemli katedralinin resmini tesadüfen görmemle tüm seyahat rotamı değiştiren ve beni kendisine getiren şehir. Roma ve Napoli arasında, dik bir tepede kurulmuş. Küçük sokakları ve sunduğu Orta Çağ manzaraları klasik bir İtalyan kasabasından farksız olsa da, Gotik mimarinin en güzel örneklerinden olan Orvieto katedrali dünyanın dört bir yanından insanı bu sakin şehre getiriyor. Orvieto’ya giden yollar da, Orvieto’nun kendisi de fonda “My Way” çalarken size unutulmaz bir deneyim yaşatacak.
Daha Sakin Bir Şehir Mümkün Mü?
Yurt dışı seyahatleri ile ya da yaşadığımız şehirden hafta sonu kaçamağı olarak cittaslow kentleri ziyaret edebiliyor olsak da, içinde bulunduğumuz büyük şehirlerin temposunda her şeyi biraz olsun yavaşlatmak mümkün mü? Trafikten kurtulmak için metroya binmek ya da gürültüye maruz kalmamak için son ses müzik dinlemek gibi zorunluluklar değil de, daha iyi hissettirecek çözümler… Ben evden sadece 15 kilometre olmasına rağmen en iyi ihtimalle 45 dakikada ulaşabildiğim iş yerime gittiğimde, civardaki kahveciye gidip kahvemi al-götür olarak değil de fincanda istiyorum. Yürürken zevk almadan büyük bir kahve içmektense, küçük de olsa tadını çıkararak ve sakince içiyorum. Başlarda ne kadar zor gelse de, hafta sonları erken uyanıp 8 gibi yürüyüşe çıkıyorum. Şehri sakin, sokakları boş görmek çok iyi geliyor. İşe gitmek için hava karanlıkken 7.30’da evden çıkabiliyorsam, yaşamdan zevk almak için bunu yapmak bu kadar zor olmamalı.
Bunlar benim uyguladığım çözümler. Peki sizce yaşadığımız büyük şehirlerde daha yavaş bir yaşam sürmek mümkün mü?