Emre Ekinci, müziğiyle tanıdığım ve sonrasında birçok farklı kimlikle karşıma çıkan bir müzisyen. Gurbetçi bir ailenin üçüncü kuşak temsilcisi, doğduğundan beri Amsterdam’da yaşıyor. Kendini Türkiye kökenli bir Amsterdamlı olarak tanımlıyor. Aynı zamanda bir gazeteci, çalışmalarında Amsterdam şehrinin soylulaştırma, bir diğer ifadeyle kentsel dönüşüm sürecinde yaşadıklarına odaklanıyor. Aslında nereli olduğu, nereye ait hissettiği, kendini hangi dilde ifade ettiğinden ziyade kendini var etmenin yollarını aradığı çetrefilli bir mücadelenin içerisinden tanımlayabiliriz onu. Zira kimlikler benim sorularıma cevaben ortaya dökülenler, oysa Emre’nin kendine atfettiği tek kimlik Amsterdamlılık.
İlk şarkılarını 2019 yılında çıkardı. Ne Haldeyim ve Suçluyum teklilerinin ardından 2020 yılında Sor ve Yeter şarkılarını yayınladı. Benim Emre’nin müziği ile tanışmam ise Yeter‘in Spotify Haftalık Keşif listeme düşmesiyle oldu. Nadiren hedefi tutturan Spotify algoritmasının ilk kez on ikiden vurması sayesinde tanışmış olduk. Yeter şu an için 72 bin dinlemede ve dinleme sayısı da her geçen gün artıyor. Son şarkısı Mevzu ise 28 Ağustos’ta çıktı.
Yaz başında kendisiyle bir saat süren bir sohbet gerçekleştirdik. Sordum, dinledim; anlattı, dertleştik. Duvarındaki Müslüm Gürses’ten arabasındaki Azer Bülbül’e, gurbet hikayelerinden yaşadığı kentle ilişkisine, müziğinden gazeteciliğine varan kıymetli sohbetin Emre Ekinci’yi üç mücadele alanı üzerinden size tanıtacağım bir özetini yazdım.
“Duygularım Türkçe olduğu için müziğim de Türkçe.”
Emre’nin onu tanımamıza da sebep olan mücadele alanlarından ilki müzik. Kendini profesyonel bir müzisyen olarak tanımlamıyor Emre Ekinci. Müzikten para kazanma, tanınır bir müzisyen olma konularına da henüz çok kafa yormadığı anlaşılıyor. Daha ziyade üretmenin derdinde. Türkçe düşündüğü, duyguları Türkçe olduğu için müziği de Türkçe. Buna karşın, müziğinin Türkiye’ye ait olup olmadığı sorusu havada kalıyor. Sohbetimizden yaptığım çıkarımla kurmaya çalıştığım sentez ya da ikilik Emre tarafından bertaraf ediliyor. Müziğinin bir yere ait olmak zorunda olmadığına karar veriyoruz. Yine de, dinlediğimde beni dar sokaklara, izbe kuytulara, tütünden sararmış parmak uçlarına, dünyanın ağırlığından bükülmüş yaşlı sırtlara götüren, tümünün arasında olanca saflığıyla yaşanmış bir aşkı anımsatan Yeter‘in, doğma büyüme Amsterdamlı birinden çıktığını öğrenmek çok şaşırtıcı. Onur Kaletaş’ın şarkıya etkisini de atlamamak lazım. Balaban ve keman ise Berat Kardaş’ın marifetli parmaklarına emanet.
Emre’nin müziğe başlama hikayesi eğlenceli. Kendi ifadesiyle “klasik bir gurbetçi hikayesinin” devamı niteliğinde. 8-9 yaşlarındayken eniştesinden darbuka öğrenerek 23 Nisan’da darbuka şov ile sahneye çıkıyor ilk kez. Sonrasında ise ergenliğe kadar müziğe pek ilgi duymuyor.
“Şu an ana enstrümanım gitar. Darbukadan sonra ilk enstrümanım ney oldu. Hatta burada Mehteran kuruldu, Mehteranda neyzendim ben. Burası İç Anadolu, Sivas, Konya… Daha muhafazakar bir hayat yaşıyorlar. Mehteran da onlara daha uygun geliyor. Sonra ergenlikte başka yönlere merak sardım, neyi bıraktım, mehteran dağıldı. 3,5 hafta bir bağlama maceram oldu. Oradan da gitara geçtim ve öyle de gitarda kaldım. Gitarla yola çıktıktan sonra bir Türk rock grubu kurmuştuk. Grubun adını Boşver koymuştuk. Davulda tekrar eniştem vardı. Can yoldaşım Yasin gitarda, Yasin ve eniştem amca çocukları aynı zamanda, bas gitarda Halil ve solist ben. Amsterdam’da Türk eğlence gecelerinde konserler veriyorduk 400 500 kişiye yılda bir iki defa.”
Emre Ekinci, istediği müziği dilediği gibi yapabildiği, Amsterdam sokaklarını Azer Bülbül ile inletebildiği bir özgürlüğe sahip. Başka kimleri sevdiğini sorduğumda kamerasını duvarındaki Müslüm Gürses portresine çeviriyor önce. “Burada böyle güler bana, Müslüm Baba her şeyin üzerinde gelir. Azer’dir, Hakan Taşıyan, Metin Işık, Güllü, Cansever… Cansever’i çok severim. Günümüzden de Can Murtezaoğlu çok hoşuma gidiyor. Melike Şahin var, onu yeni keşfettim. Hakan Taşıyan ile şarkı yapmış hatta, kıskandım! Şarkının ismi de çok güzel: Kilitli Kapılar Açılsa.” Ancak Türkiye’deki müzik çevresiyle iş birliği yapmanın, bu çevreye ulaşmanın zorluğundan şikayetçi. Açıkçası biraz yalnız. Müziği yeni yeni tanınıyor, henüz istediği geri dönüşleri alamamış. Hali pür melalimiz ona yapılan geri dönüşlere de sirayet ediyor, zira gençler sosyal medyadan mesajlar atıyorlarmış “Amsterdam’a nasıl taşınabiliriz” diye.
Sesini duyuramamaktan duyduğu rahatsızlıkla, tanındığı bir dünya ihtimalinin ürkütücülüğü arasında bir yerde. Ona göre hayran kelimesi çirkin, ilgi odağı olmak ürkütücü, ünlülük özgürlüğünü kısıtlayıcı. Emre Ekinci’nin müzisyen olarak tek amacı müziğini yapıp dinlenebilir platformlarda ilgilisiyle paylaşmak. Müziğini anlayan bir kişi bile çok kıymetli, mesele ise doğru anlaşılmak. Yaptığı müziğin hangi janra ait olduğunu sorduğumda aldığım cevap Emre’nin mütevazı kişiliğini hemen ele veriyor: “Ne tür müzik yapıyorsun dediklerinde kitleniyorum. Ben de bilmiyorum ki n’aptığımı.” Ünlü olmaktan bahsederken her sohbette olduğu gibi anlamadığımız bir şekilde konu “hayırlısı”na geliyor. Emre için en hayırlısını dileyip, müzik bahsini kapatıyoruz.
“Doğup büyüdüğüm şehirdeki geleceğim toz olup gitti.”
Hiçbirimiz artık on sene önceki kentlerde yaşamıyoruz. Her şey öyle çabuk değişti ki, yürüdüğümüz kaldırımın istikameti aynı kaldıysa bile kaldırım taşları her daim yeni. Kendi haline bırakılmayan kentlerde bizler de savruluyoruz. En çok da geçmişimizi ve ortak hafızamızı korumaya çalıştığımızda. Bu mücadelenin içerisinde gazeteci kimliğiyle Emre Ekinci de var. Emre için müzik dışındaki bir diğer mücadele alanı gazetecilik. Bu alanı olabildiğince yaşadığı kentin dönüşümüne dikkat çekmek için kullanıyor. AT5 kanalı için bu konuda bölümler hazırlıyor. Yakın zamanda da Türkçe bir belgesel çekme fikri var.
“Uluslararası büyük firmalar geliyorlar, Booking gibi, işçilerini de Amsterdam’a yerleştiriyorlar. Bu kadar finansal gücü yüksek olan insanlar ev 200 ise 400 veriyor. Buradaki ortalama insanlar ise mecbur şehir dışında çıkmak zorundalar. Bu durumda da şehrin vatandaşları değişiyor. Gerçekten doğma büyüme Amsterdamlılar şehirden ayrılmak zorunda kalıyorlar. Bu konu hakkında röportajlar yapıyorum.”
Doğup büyüdüğü Amsterdam’ın asıl sahiplerinin çepere itilmesinden, kente dışarıdan gelenlerin merkezde konut fiyatlarını yükseltmesinden rahatsızlık duyuyor. Eskiden yürümeye korkulan sokakların sırtını yasladığı evlerin şimdi değerinin birkaç katı fiyata satılmasından ya da kiralanmasından şikayet ediyor. Fiyatlar cep yakıyor, şehirde daimi bir sirkülasyon var.
“İnsanların eskiden bırak yaşamayı, geçmekten çekindikleri mahalle şu an cep yakıyor. Benim etrafımda bir sürü yeni bina yapılıyor, yeni insanlar geliyor. Hem sosyo-ekonomik durumları üst düzey, onun getirdiği de bir şımarıklık, bir burjuva havaları da var. 10-20 yıl önce getto diye tabir ettiğimiz mahallede bugün 500-600 bin avroya ev satılıyor. Benim doğup büyüdüğüm kendi şehrimdeki geleceğim toz olup gitti. Kimin için? Başıma geldiği için araştırıyorum.”
Hoş bir tesadüfü fark ediyorum bu sözler üzerine. Birkaç ay önce Hollanda ve Türkiye’den dört şehrin dört farklı mahallesindeki kentsel dönüşüme odaklanan, yine Türkiyeli birinin elinden çıkmış “No Seat at the Table” projesine Lavarla’da yer verdiğimizden bahsediyorum Emre’ye. Dünya ne küçük.
“Bizler buraya ışınlanarak gelmedik.”
Unutkan veya unutmak isteyen bir toplumuz. Bizleri bir araya getiren bağın ortak bir geçmiş olmadığı aşikar. Belki Necmi Erdoğan’ın işaret ettiği gibi bir suç ortaklığı toplumuyuz ya da belki de bizi bir arada tutan esas bağ unutkanlığımız. Yıkım ve hoyratlık, bir unutmak isteme çabası ve bu çaba içerisinde toplumsal belleğimiz bile birkaç parçaya bölünmüş halde. Bir parçanın hatırladığı öteki parça tarafından çoktan silinmiş, silindiği yerde yeni gerçekler inşa edilmiş. Emre Ekinci’nin üçüncü mücadele alanı unutulan bir hikayeyi, 60 yıllık gurbetçilik hikayesini yeniden hatırlatmak üzerine.
Belki müzik, belki gazetecilik, hangisi olursa, kendini en iyi ifade edebildiği araçları kullanarak kendi tabiriyle Türkiye’de kurulan “Avrupa ütopyasının” uğratacağı hayal kırıklıklarını anlatmak istiyor.
“Daha sertleşecek dilim. Türkiye’den gurbetçilere yönelik özellikle bu genç jenerasyondan bir öfke, bir kıskançlık… Kıskançlık kelimesi çirkin bir kelime ama sezdiğimi de söylemeliyim. Bu yaklaşım, koskoca bir göç hikayesini, 60’lardan başlayan hikayeyi yok saymak demek. Bizler buraya ışınlanarak gelmedik. Hollandalıların yapmak istemediği en pis işleri de dedelerimiz yaptı. Onca gurbet acısı, yalnızlık, dil bilmemezlik… Hikayenin ilk yarısını atlayıp sadece günümüzdeki gurbetçi imajına bakmak çok doğru olmasa gerek. Bu konuyu daha ele alacağım, müzikte olur, gazetecilikte olur.“
Bir gün Türkiye’ye gelir misin diye soruyorum, tüm sohbetimizde vurguladığı üzere ve çoğu insan gibi Emre de ait hissettiği yerde kalmak istediğini söylüyor. Kabul görmeden ait hissetmenin üzerinde bıraktığı etki hareket ve mücadele, asla durmak ya da susmak değil. Kabul görmek ile işaret ettiğiyse sokaktaki değil, sisteme gömülü olan ırkçılık. Hollanda’da vergi kaçakçılığında göçmenlere yönelik yapılan ırkçı yaklaşımdan sebep yakın geçmişte düşen kabineyi örnek veriyor.
“Ailenin bulunduğu durum, senin oturduğun bina, sana sunulan imkân… Birtakım şeylerin farkına varıyorsun. Dışarı çıktığımda ırkçılık yok,
bahsettiğim bu değil. Özgürlük Partisi lideri Wilders’ın meclisten çıkıp ‘Türkler buraya ait değil’ demesi benim için bir yara. Çünkü ben burada doğup büyüdüm, Türkçe konuştuğumdan da daha iyi Hollandaca konuşuyorum, burada gazetecilik yapıyorum. Bu ses ana muhalefet oluyor ve iktidara koşuyor adam.”
Bir müzik insanı beklerken bir mücadele insanıyla karşılaştığım bir saatlik sohbetimizden süzdüklerimle Emre Ekinci’yi anlatmaya çalıştım ancak bir sanatçıyı anlamanın kestirme yolu ürettiği her ne ise onu bilmekten geçiyor. Mücadele alanlarında ve bu alanlara dair üretime devam ediyor. Kendisi kabul etmese de ben şarkıları Türkiyeli, mücadelesi Amsterdamlı göçmen olan bir Emre Ekinci sentezinde ısrarcı, ortaya çıkardığı güzel işleri bu ikilik üzerinden takip etmeye niyetliyim.