“Yaşamak, tanımı gereği, öğrenilemez. Kendi kendinden öğrenilemez, yaşam yoluyla yaşamdan öğrenilemez. Bir tek başkasından ve ölüm yoluyla öğrenilebilir. Ne olursa olsun, yaşamın kıyısındaki başkasından öğrenilebilir. İç kıyısındaki ya da dış kıyısındaki, yaşamla ölüm arasında yer alan bir ötekinden-öğrenme karşısındayız.” J. Derrida- Marx’ın Hayaletleri
Bir süredir annemin rahatsızlığı sebebiyle mecburiyetten Akay civarında bir hastanede ikamet etmekteyiz. Hastane, Büklüm Sokak’ın başında yer alıyor. Burasının konumu aslında hastane açısından ilginç bir yerde durmakta. Sokağın başında lüks bir otel yer almakta, onun yanında peşi sıra bir takım garip isimli ve mimari tasarımlı gece kulüpleri bulunmakta. Özellikle bu gece kulüplerinin tam hastanenin karşısında yer alışı oldukça ilginç bir tezat; bir tarafta hayatın eğlenceli yüzü diğer tarafta ise hayatın ciddi yönü. Hastanede kollara bağlanmış serumlar, yoğun ağrılı geçen geceler, karşı tarafta ise uçuşan peçeteler, eğlenceli müziklerle “hayat her şeye rağmen devam ediyor” klişesinin her gece yeniden ispatlandığı neon ışıklı mekânlar. Hayat her zaman herkese eşit şartlar sunmuyor; bu sebeptendir zaten cenaze evlerinde mutlaka birileri eve gelmiş yemekleri iştahla yer, içerideki bir başka odadan ağlama sesleri yükselir.
Bu gece hastanede refakatçi olarak ben kalacağım. Annemi ziyarete gelen son ziyaretçileri kapıdan uğurluyorum. Güneş yavaş yavaş batmaya başlıyor, sonbahar geldi çattı, günler kısalıyor… Diğer odalardaki ziyaretçilerin de evlerine dönmesiyle birlikte hastane sessizliğe bürünürken, sokağın karşısındaki gece kulüplerinin neon ışıkları bir bir yanmaya başlıyor. Gece kulüplerinin mimari ve aydınlatma açısından Blade Runner filmini andıran bir fütürist havası var. Yaldızlı kapılar, mavi ve kırmızı ağırlıklı tabelalar, aydınlatmalar, girişte bekleyen asık suratlı bodyguardlar; tüm bu ciddiyetin ortasında çalan Ankara oyun havaları… Ben hastanede kaldığımız odanın penceresinden tüm bu olup bitenleri izlerken, kapı çalınıyor. Doktor, annemi muayene etmeye geliyor, hemşireler dikkatle serumu kontrol ediyorlar. Doktor, anneme “Ağrıların geçici olduğunu zamanla her şeyin yoluna gireceğini hiç merak etmemesini,” belirtiyor, genel kontrolleri yapıyor gülümseyerek diğer hastaları kontrol etmek için odadan çıkıyor. Doktorun ziyaretinden kısa bir süre sonra annem uykuya dalıyor.
Beni uyku tutmuyor, hastanenin içerisinde dolaşmaya başlıyorum. Odaların kapılarının birçoğu kapalı; açık tek kapıya denk geliyorum. İçeriden televizyon sesi geliyor, odaya yaklaşıyorum; genç bir oğlan ve yaşlı bir teyze var. Yaşlı teyzenin kollarında serumlar var, parmağının ucunda ise tansiyon ve nabzın ölçen cihaz takılı. Kendilerine geçmiş olsun diyorum. Genç oğlan yaşlı teyzenin oğluymuş. Yaşlı teyzenin midesinde tümör çıkmış, ameliyat olalı birkaç gün olmuş, ağrıları varmış. Anne oğul kalıyorlarmış, başka kimseleri yokmuş burada. Haberleri izliyorlarmış, artan döviz kurlarından haliyle hiç memnun değiller, hastane masraflarının artacağından endişeliler. Kendilerine bir kez daha geçmiş olsun diyorum, onlar da bana güzel dileklerde bulunuyorlar. Hastane içerisinde dolaşmaya devam ediyorum. Gece nöbetinde kalacak hemşirelerinin yanından geçiyorum, hemşireler özenle iğneleri düzenliyorlar, kan numunelerini, sargı bezlerini raflara diziyorlar. Biraz daha yürüyorum, danışmanın bulunduğu geniş salona geliyor. Sabahki telaş yerini sessizliğe bırakmış; etrafta kimseler yok sadece karanlıkta bir adam oturmakta. Adamın kafası önde, endişeli bir şekilde bekliyor, adamın haline ister istemez üzülüyorum. Burada herkes yakınlarının iyi haberlerini, iyi gelişmeleri duymak istiyor, bekliyor haklı olarak. Tıpkı Barış Bıçakçı’nın dediği gibi “İnsan beklerken nefes almaz, yutkunur.” Geniş salonun camına doğru yaklaşıyorum, dışarıdaki gece kulüplerinde hareketlilik başlamış. Dışarısı ne kadar gürültülüyse hastane -doğal olarak- bir o kadar sessiz. Kendimi bir an için çok yalnız hissediyorum, sanki herkes gitmiş “bir ben bir de gölgem” kalmışım gibi bir duygu… Sonra camda yansıyan siluetime bakıyorum, kesik kesik, tam değil. Hayatım son on senesini özetle deseler bu imgeyi örnek verebileceğimi düşünüyorum. Bazen olur; her şey üst üste gelir… Kader diye bir şey var mı bilmiyorum ama böyle zamanlarda hayatınızın kontrolünü elinizden kaçırabilirsiniz. Lakin hayat her şeye rağmen devam ediyor, bayat bir klişe olsa da bu sözde ciddi hakikat gizli. Öyle ya da böyle geçmeyen bir şey yok bu hayatta… Zaman akmaya devam ediyor, siz bu yaşananları bir süre sonra kabul edip, devam ediyorsunuz yaşamaya. Kabuk tutan yaralar kapanıyor, hayal kırıkları belleğin dehlizlerine gizleniyor, hayat başka bir yerden yeniden filizlenebiliyor. Yaşananların ardından bir tek bundan emin olabiliriz. Ortaçgil bu konuda çok haklı değil mi zaten: “Her şey olur, her şey geçer, hayat kalır.”
Karmaşık duygular içerisinde odaya geçip, uyumaya çalışıyorum. Sabah oluyor, dün geceki eğlence son bulmuş, sokak oldukça sakin, şimdi ise bambaşka bir hareketlilik başlamış gözüküyor. Ambulanslar, hastaneye gelen hasta yakınları… Eczaneden annemin bir ilacını almak için Tunalı’ya doğru yol alıyorum. Ağaçların yaprakları sararmaya başlamış, kuruyan yapraklar yerlere düşmüş. Yaprakların arasından yoluma devam ediyorum, terk edilmiş bir evin önüne geliyorum şimdi; muhtemelen yakın zamanda kentsel dönüşüme uğrayacak burası da… Issız apartmanın duvarlarına grafitiler yapılmış, en güzeli ise “o işler öyle olmuyor kaptan” yazılı bir duvar resmi… Apartmanın yanında bir duvar yazısı dikkatimi çekiyor, “yaşasın duygular ayaklanması” yazılı. Birilerinin Ulus Baker’i bu şekilde anması çok hoşuma gidiyor. Yoluma devam ediyorum, bir erkek kuaförünün önünden geçiyorum, dükkânın önünde dumanı tüten çaylarını yudumluyor, herkesin tahmin edebileceği şekilde memleketi kurtarıyorlar her yudumda. Kuaförün yanında ise antikacı var, özenle vitrinini düzenliyor, tozlarını alıyor eşyaların. Bu sırada yolun karşısında bir araba dikkatimi çekiyor. Arabanın üst tarafına gitar ve ilginç bir hoparlör takılı. Iggy Pop’un In the Death Car parçası sanki bu araç için bestelenmiş. Arabanın camları da oldukça ilginç; arka camın tekinde Kadir İnanır, diğer tekinde Türkan Şoray var. Selvi Boylum Al Yazmalım filminden bir kare. Türkan Şoray’la göz göze geliyorum “Sevgi emek miydi?” diye soruyor, güzel gözleriyle. Bu sorular için hiç havamda değilim diyorum. Biraz daha yürüyorum, bir butik dükkânın önüne geliyorum. Dükkânın önünde bir Golden bekliyor, önünde de bir yazı yazılı: “Paris’i sağlık sorunları sebebiyle beslemezseniz seviniriz, ama sevmek serbest.” Diyette olan Paris’in kafasını okşayıp, caddenin sonuna geliyorum. Tunalı’nın üstündeki eczaneden ilaçları alıyorum, cadde üzerinde yürüyorum biraz. Kitapçıları dolaşıyorum, kalabalığın arasına karışıyorum…
Yürümek kafada birikmiş sorunları atabilmek için en iyi araç bence; uzun ve kesintisiz yürüyüşler insana hep iyi gelmiştir. Son bir kaç yıldır Ankara’da bir tek uzun yürüyüşleri seviyorum. Tunalı civarında yaptığım kısa turun ardından, gerisingeriye hastaneye dönüyorum. Hastane civarında olağan dışı bir hareketlilik söz konusu, adımlarımı hızlandırıyorum ve çaprazdaki otelde yangın çıktığını öğreniyorum. Tüm otel çalışanları aşağıya inmiş, yangın dumanı terastan bulutlara karışıyor. İtfaiye kapıya gelmiş ve elbette bütün bu anları telefonuna kaydetmek isteyen meraklı kalabalık da tüm bu olup bitenleri izliyor. Yangın kısa sürede kontrol altına alınıyor, ben de hastane odasına dönüyorum. Annem biraz daha iyi gözüküyor, babam, halam ve teyzem odada dışarıdaki yangın üzerine konuşuyorlar. Aldığım son dakika bilgilerini kendileriyle paylaşıyorum. İlaçları sehpanın üzerine yerleştiriyorum. Hep beraber biraz sohbet ediyoruz, gülmeye çalışıyoruz, kafa dağıtmak için televizyonda saçma sapan programlar izliyoruz. Bu şekilde akşamı ediyoruz, bugün halam kalacak annemin yanında, ben eve dönmek için eşyalarımı topluyorum hastaneden çıkıp biraz kafa dağıtmak için Kızılay’a doğru yürümeye karar veriyorum. Akay yokuşundan aşağı inip, Kızılay’a doğru yürüyorum; yol çalışmasına denk geliyorum. Koca yolda, üzerine meteor taşı düşmüş gibi kocaman bir boşluk meydana gelmiş; her yer toz duman. Üstelik hava sıcak mı soğuk mu belli değil, ceket giysen terliyorsun, tişört giysen üşüyorsun. Günün yorgunluğunu atmak amacıyla, bir bira içmek için Mülkiyeliler Birliği’ne gidiyorum. İçeriye giriyorum, boş masalardan birine oturuyorum. Kendime bir bira söylüyorum hemen. Garson birayı kısa sürede getiriyor. Hemen bir yudum alıyorum, kendimi az da olsa hayatın içinde hissediyorum. Bu sırada karşımdaki boş sandalyeye bir kedi oturuyor. Kedi bana “derdin nedir abi, anlat ben dinlerim” bakışı fırlatıyor; ben de ona eyvallah bakışı fırlatıyorum. Biramdan bir yudum daha alıyorum; zihnimde şu dizeler dolaşmaya başlıyor:
“… Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke”
Mülkiyeliler’den çıkıp Güvenpark’a doğru yaklaşıyorum, lakin dolmuşa zam geldiğini anımsıyorum, metro bütçeme daha uygun gözüküyor. Adımlarımı yerin altına doğru kaydırıyorum, talihsizlikler burada da peşimi bırakmıyor, iş çıkışı saatine denk geldiğim için metronun içi çok kalabalık. Doğal olarak ayakta kalıyorum. Metro hareket ettikten kısa bir süre sonra, vagonun içerisinde gitarıyla tüm yolculara Halil Sezai parçaları çalmaya başlayan müzisyenlere denk geliyorum. Tüm bu yorgunluğun üstüne gelecek en son şey Halil Sezai cover’ları olsa gerek… İneceğim durağa yaklaşıyorum, kapı açılır açılmaz kendimi dışarı atıyorum. Yaşamımı bir kez daha gözden geçiyorum; hayatım Flash TV’de yayımlanan kült dizi Gerçek Kesit gibi, resmen “önümü göremiyorum” her gün “kaosa mütevazı katkılarda” bulunuyorum. Ya da ünlü bir müzisyenimiz Hüseyin Kâğıt’ın dediği gibi “Ankara I love you, but you’re bringing me down.”