Sonunda bahar! Ankara’da Balkanlar’dan gelen soğuk hava dalgası yerini güneşli günlere bırakmış gözüküyor. Dolmuştayım, Kızılay’a doğru seyahat etmekteyim. Hava çok güzel ama dolmuşta en sevdiğim ön koltuk başkası tarafından kapılmış. Kötü şans! Dolmuşlarda ön koltukta oturmanın en güzel tarafı dolmuş içi para transferine maruz kalmamanız ve koltuğunuzu bir başkasıyla paylaşmamanız olsa gerek. Şimdi yolculuğumu bir başkasıyla dolmuşun orta sıralarından birinde yapmak durumundayım ve dolmuş içi para alışverişine isteksiz bir katılım göstermek zorundayım. Bir de bunlara ek olarak; içerisi kalabalık, ayakta gidenler bir hayli fazla.
Tüm bu olumsuz şartlara rağmen, kulağımda kulaklık Metallica’nın 1993 yılında kaydettiği konser albümü Live Shit, Binge & Purge albümünden Wherever I May Roam şarkısını dinliyorum. James Hetfield, 90’lı yıllardaki o gür bir sesle “Anywhere I Roam, Where I Lay My Head Is Home” diyor. Ben tam parçanın güzelliğine konsantre olmuşken arkadan yanağıma doğru “Şuradan bir kişi Kızılay uzatır mısınız?” sorusu geliyor, parayı öne doğru uzatıyorum. Bu lüzumsuz an bile bozamıyor şarkının güzelliğini. Parayı önümdeki kişiye verip tekrar şarkıya konsantre oluyorum. Bozukluklar arka koltuktan sonsuzluğa uzanıp şoförün para sandığına ulaşıyor.
Dolmuş, Genelkurmay’ın önündeki ışıklardan sağa dönüp, yolun ortasında bulunan devasa kol saatini geçip, Güvenpark dolmuş üssüne doğru giriş yapıyor. Dolmuşların beklediği alan yine çok kalabalık, meydanda sürekli bir hareket var. Uzun kuyruklar, hareket eden dolmuşlar ve yoğun egzoz dumanı gökyüzüne karışmış vaziyette. Kapı açılıyor, dolmuştan iniyorum, dolmuşun önünde kısa boylu gür sesli bir amca “Haydi Emek-Bahçeli” diye bağırıyor, arada kendisine yöneltilen türlü güzergâh sorularına da sabırla yanıt veriyor. Onun yanından geçip metro altgeçidinden Dost Kitabevi’ne doğru yola koyuluyorum. Yeni çıkan kitaplara bakıyorum, biraz dolaşıyorum. Dost her zaman olduğu gibi çok kalabalık, kitaplarla selfie çektirenler, ilgiyle inceleyenler, arkadaşıyla buluşmaya erken geldiği için içeride zaman öldürenler toplanmış görünüyor… Kalabalığın arasından Barış Bıçakçı’nın son romanı Tarihi Kırıntılar‘ı alıp dışarı çıkıyorum. Bu mevsimde yapmayı en çok sevdiğim etkinlik olan Dost sonrası Mülkiyeliler’de gündüz birasına doğru yola koyuluyorum. Mülkiyeliler’in bahçesine doğru giriyorum, kendime uygun bir masa bulup oturuyorum. Hemen garsona soğuk bir bira siparişi veriyorum. Güneşin simetrik bir biçimde masama düşen gölgesine bakıyorum; gündüz biramdan bir yudum alıyorum. Dışarıdan polis telsizi anonsu işitiyorum, anonsun ne olduğunu çözmeye çalışırken bu sırada bir kedi masama doğru atlıyor. Kediyle istemsiz bir şekilde bakışıyoruz. Kedi bu tip yüksek atlayışları her zaman yapıyormuş gibi patilerini yalayıp masadan inip ortadan kayboluyor. Biramdan bir yudum daha alıp etrafımı izlemeye devam ediyorum. Arka masalarda tek başına oturmuş feylesof sakallı biri gözüme çarpıyor o da keyifle birasını yudumluyor, derin düşüncelere dalmış gözüküyor. Mülkiyeliler’de arka masalarda tek başına oturup Arjantin bardakta bira içen gür sakallı abiler, bana hep dünyanın sırrını çözmüş gibi gelirler. Sırrı çözdükleri anda da sakallarına bulaşmış birayı keyifle temizlerler… Gözüme takılan Ankaralı feylesof abimiz de benzer bir halet-i ruhiye içerisinde. Önündeki bir birasından yudum alıyor bir de beyaz leblebisinden, sonra da sakalına bulaşmış birayı peçeteyle silip derin düşüncelere dalmaya devam ediyor…
Akşam olmak üzere, etrafımdaki masalar yavaş yavaş dolmaya başlıyor. Mekâna gelenlerin birçoğunun elleri Dost ve İmge’den alınmış kitap ve dergilerle dolu; herkes merak içerisinde birbirlerinin aldıklarına bakıyor, kısa sürede sohbetleri koyulaşıyor. Gündüz biracıları yerlerine buranın asıl sahiplerine, rakıcılara bırakıyorlar. Ben de ufaktan toparlanmaya başlıyorum, garsondan hesabı istiyorum. Güneş inatçı bir bulutun arasına giriyor. Ufaktan kuvvetli bir rüzgâr esmeye başlıyor. Mülkiyeliler’den dışarıya çıkıyorum, rüzgâr şiddetini artırmış gözüküyor; kafamı yukarı kaldırıyorum, birkaç sahipsiz poşet tepemizde süzülüyor. Poşetlerin paralı olduğu bir dönemde gökyüzünden poşet yağıyor; ilahi mucize bu olsa gerek.
Mekândan dışarı çıkıp kalabalığın arasına karışıyorum. İnsan Hakları Heykeli’nin önünden geçiyorum; bir adam yüksek sesle bir arkadaşına yol tarifi veriyor: “Özgürlük Heykeli’nin yanındayım, oraya gel sen.” Ankara’da duyup duyabileceğim en havalı yol tarifi bu olsa gerek. Yürümeye devam ediyorum, metro alt geçidine doğru yaklaşıyorum. Yürüyen merdivenlerin yanında “patlayan sigara malzemesi” ve “biber gazı” satan seyyar satıcı abiyle karşılaşıyorum. Seyyar satıcı abinin ses tonu sattığı ürünlere yakışır bir şekilde tok ve derinden çıkıyor. Bütün Kızılay’a doğru “Patlayan sigara malzemesi bulunur” diye bağırıyor. Ateşle yaklaşılmaması gereken seyyar abiyi geride bırakıp yürüyen merdivenden aşağıya doğru iniyorum. Yerlerine monte edildiğinden beri çalışmayan x-ray cihazlarının içerisinden geçiyorum. Metronun alt geçicinde bulunan yürüyen merdiven yine bozulmuş, ustalar hummalı bir şekilde onu tamir etmeye çalışıyor. Yoluma devam ediyorum, metro esnafının bol aydınlatmalı, led ışıklı dükkanlarının önünden geçiyorum. Dükkanlarından dışarıya kuvvetli Türkçe pop şarkıları çalınıyor, kimse kimseyi duyamıyor. İşaret dili ve ağız okuma çabasıyla alışverişler tamamlanıyor. Diğer taraftan kulağıma kötü bir kemençe sesi geliyor. Kafamı çeviriyorum, sağ tarafımdaki uzun koridorda kemençe standı kurulmuş, kemençe yapılıyor, bozuk akortla taze yapılmış kemençe hunharca çalınıyor. Metro altgeçidi kötü fıkralarla bezenmiş Flash TV’nin unutulmaz serisi Fıkralarla Türkiye programına dönmüş durumda. Bozuk kemençe sesini arkada bırakıp, Ankaray’a doğru yürüyorum. Kartımı okutuyorum, cihaz yüksek sesle “TAM!” diye bağırıyor. Yanımda orta yaşlı bir amca da kartını okutuyor cihaz ona “65 yaş üstü” diyor. Amca yaşının ulu orta yerde duyulmasından rahatsız oluyor. Yolumu Emek durağına çeviriyorum. Merdivenlerden aşağıya doğru iniyorum. Ankaray’ı beklemeye başlıyorum. Bekleyiş esnasında gözüme duvar yazıları çarpıyor; bir tanesi çok anlamlı geliyor bana: Neden eve dönmekten ibarettir hayat?” Bazı soruların cevabı yok biliyorum…
Bu sırada Ankaray geliyor. Kapılar açılıyor, içeriye geçiyorum, kendime boş bir koltuk buluyorum. Çantamdan Demir Özlü’nün İşte Senin Hayatın kitabını çıkarıp okumaya başlıyorum. Yanıma büyük güneş gözlükleri takmış, leopar desenli eldiven giymiş oldukça havalı bir kadın oturuyor. Ankaray hareket ediyor, ben kitabıma konsantre olmuşken, kadın okuduğum kitabı fark ediyor, “Yılmaz Özdil mi okuyorsunuz” diye soruyor, bu soruyu hemen “Yok, Demir Özlü okuyorum. Tezer Özlü’nün ağabeyi, belki oradan bilirsiniz,” diye yanıtlıyorum. Kadın yanıtı dinlemeden kendini takdim ediyor; mesleğinin şairlik, yazarlık, ressamlık ve müzisyenlik olduğunu açıklıyor. Kitabın kapağındaki Paris resmi üzerinden Paris güzellemesi yapıyor bir süre… Ben artan döviz kuru sebebiyle artık yurtdışına çıkmanın zor olduğunu belirtiyorum. (Üstelik babamın tarlasının olmadığını söylememe rağmen) Lakin kendisi yine beni dinlemiyor, babamın tarlasını satıp, beni yurtdışına göndermesi gerektiğini söylüyor… Bunları söyledikten sonra da bana hayata dair bir manifesto sunuyor. Yaşam bu maddelere uyulursa çok daha iyi olurmuş:
1) İnsan aşk konusunda karşısındakinin dış görünüşüne değil beynine bakacak. Beyin ve zekâ önemli, zeki insanla yaşanacak ilişki insanın kalitesini yükseltirmiş. Ceviz yemek de çok önemli. Sofradan asla eksik edilmemeli.
2) Bir insan 80 yaşında olsa bile 60 yaşında gibi yaşayacak.
3) Dünya gezilecek, medeniyet görülecek, hatta oralardan geri dönülmeyecek.
4) Hayat romanlardaki gibi yaşanacak, öyle konuşulacak, iyi bir bestelemiş müzik gibi olacak. Kulaklar şenlenecek.
5) Kitap okuyanlar az konuşuyor, kitap okumayanlar çok konuşuyor. Bu çok yanlış, ne kadar çok kitap okunursa, o kadar çok konuşulması lazım.
Leopar desenli eldivenli kadın Kızılay’dan Beşevler’e kadar bu manifestoyu bana sunuyor. Her cümlesinin sonunda da karşısında oturanlardan onay almayı unutmuyor. Beşevler durağına gelince çantasını toparlayıp inmeye hazır hazırlanırken, bana dönüp: “Biraz çoban salata gibi konuştum, kusura bakma ben hayata böyle pozitif bakıyorum, sen de ne güzel dikkatle dinledin. Ayrıca çoban salatayı da çok severim,” diyor ve kendi yolculuğuna başka bir istikamette devam ediyor.
Ankaray’dan dışarı doğru çıkıyorum. Kızılay’da yakalandığım rüzgârlı hava kendini sakinliğe bırakmış, güneş ufak ufak batmaya hazırlanıyor. Yoluma devam ediyorum; yolun karşısında kendi has mimarisiyle İsrail Evleri karşılıyor beni. Burasının adı 1950’li yılların başında binaları yapan İsrailli müteahhitlerden gelmekte. İlginç balkon tasarımı ve az katlı oluşu sebebiyle 8. Cadde üzerinde tarihselliğini koruyabilmiş nadir binalardan biridir… İsrail Evleri’ni geçiyorum, yoluma devam ediyorum. Tusso Blokları karşılıyor beni bu sefer… Burası 90’lı yılların başında çok katlı yapısıyla dikkat çekiyordu. Emsali o dönem için pek yoktu. Koca bir devi andıran Tusso Blokları’nı geride bırakıyorum, Yunus Emre Parkı’na geliyorum. Yunus Emre’nin heykeliyle göz göze geliyoruz… Parkın içerisindeki koşu parkurundan termal eşofmanlı birisi koşarak yanımdan geçip hızla yolun karşısındaki ekmek fırınına gidiyor. Dünya koşu tarihinin en tempolu ekmek alışverişini yapıyor. Özetle, Murakami’den mülhem: “Koşmasaydım ekmek alamazdım.”
Yoluma devam ediyorum, parkı geride bırakıyorum. Peşi sıra moloz yığınları karşılıyor beni… 8. Cadde bir süredir kentsel dönüşüme girmiş durumda. ‘Eski’ binalar yıkılıyor, yerlerine kötü estetik anlayışına sahip binalar yapılıyor. Koca bir tarih ve yaşanmışlıklar moloz yığınlarının arasında kalıyor. Her bir moloz yığının arasından hayaletler, anılar, yaşanmışlıklar fışkırıyor. Bu yıkıntılar arasında geçmişi nerede nasıl bulacağız peki? Her eski yapıyı yıkınca bizim geçmişimiz artık yaşanmamış mı sayılayacak? Kalıcılığı olmayan bir yerin geleceği nasıl olur peki? Yanıtsız sorular. Walter Benjamin’in Tarih Meleği her yerde. Adımlarımı hızlandırıyorum, hava yön değiştiriyor yine… Güneş etkisini azaltıyor, bulutlar tepede toplaşıyor bu sefer… 8. Caddenin ortasında bulunan ışıkları geçiyorum, bu cadde üzerindeki başka büyük konutlar karşılıyor beni: Yeşiltepe Blokları. İskambil kâğıdı gibi dizilmiş bir mimari tasarıma bu binalar, 1955 yılında Rahmi Bediz ve Demirtaş Kamcıl tarafından tasarlamış. Yeşiltepe Blokları bu cadde üzerinde hem site tasarımı hem de büyük bahçesiyle bir nevi kurtarılmış bölge… Özellikle yaz aylarında sitenin bahçesinde gezmek, büyük ağaçların altında gölgelenmek büyük keyif… Yeşiltepe bloklarının önünden yürürken adımlarımı attığım kaldırım taşlarından kişisel tarihimden bölük pörçük imgeler geliyor zihnime. Mesela yıllar önce ortaokula giderken buranın önünde birlikte servis beklediğimiz ve o zamanlar âşık olduğum kız aklıma geliyor. Sıcak gülümsemesi gözümün önüne geliyor, sonrada gülünce ortaya çıkan güzel gamzeleri. Belki de sırf geçmişte yaşanıp biten bir anı olduğu için şu an bana o duygular, imgeler güzel geliyordur bilemiyorum. İnsanın en uzak hatırası, en yakın hafızasıdır; bu yüzden hep çok güzel gözükür zaten. Ben bunları düşünürken istemsizce kulağıma Guns N’ Roses’dan Sweet Child O’ Mine melodisi geliyor.
Gündüz Kızılay’daki ürkek rüzgâr ve yağmur bulutları bu sefer inatla tepemizde toplanıyor. Rüzgâr şiddetleniyor, yapraklar gürültüyle hareket ediyor. Yoluma devam ediyorum, bu sefer de beni ilkokulu okuduğum Hamdullah Suphi İlköğretim Okulu karşılıyor. Şimdiki zaman ve geçmiş zaman birbirine karışıyor; belleğim bana ufak bir oyun yapıyor, okulun bahçesinden çocuk Can koşarak bana geliyor. Karşılıklı bakışıyoruz, 7 yaşındaki Can yanımdan koşarak uzaklaşırken “Gelecek uzun sürer” diye düşünüyor. Eve gidip heyecanla maç izleyecek, Amiga 500’de oyun oynayacak, ödevlerini eksik yapacak, sabah onun sıkıntısını çekecek; ama gelecek ona ürkütücü gelmeyecek. Geçtiğimiz hafta 34’e girerek yolu yarılayan Can ise “Hayat artık olduğu kadar güzel,” diyor. Gelecek ona belirsiz geliyor artık; yapabileceklerinin sayısının ve seçeneklerinin azaldığının farkında. Kendisiyle geçmişiyle daha çok hesaplaşıyor. Hayatının çıkan kısmının özetine bakıyor; hayallerini küçültüyor, beklentileri azaltıyor ama aklının köşesinde artık geçmişiyle barışık bir şekilde şu sözler dökülüyor: “Hayat da olduğu kadar güzel, başka bir şey değil.” Zaten geçmişi ve geleceği olduğu gibi kabul ederseniz, hayat biraz daha kolaylaşır. 30’ların ortalarına gelmiş herkes bunu bilir.
Yağmur bulutları toplanmayı tamamlayıp birbirlerine çarpmaya başlıyor, şiddetli bir yağmur başlıyor, kulağımda Pentagram’dan Sonsuz çalıyor, işte öyle bir şey: “Umudum sonsuzdur, uğraşım bitmez hiçbir zaman, geliyor, geçiyor hayat, dönüyor, durmuyor dünya.”