Bir süredir kalp çarpıntıları hayatımı alt üst etmekte, uykularımı kaçırmakta. Sanırım kalbim bana bir şey anlatmaya çalışıyor. Ben de onun sesine kulak verip, sıkıntısını öğrenmeye karar veriyorum. Evime yakın olduğundan Başkent Hastanesi’ne gidiyorum. Doktor önce kalbimin ultrasonunu çekilmesini istiyor; kalbimle ekranda karşı karşıya geliyoruz. Haline üzülüyorum, çok çalışıyor bu aralar. Doktor bu tetkikleri yeterli bulmuyor; “Kolunuza, kalp ritminizi ölçeceğimiz bir cihaz takacağız, böylelikle kalbinizin neden hızlı attığını ortaya çıkarabiliriz,” diyor. Doktorun koluma taktığı cihazın adı “holter”. Vücudunuza bir takım kablolarla bir cihaz takıyorlar, siz hareket halindeyken kalbinizin ritmini ölçüyor. Doktor, holteri taktıktan sonra önemli bir uyarı da bulunuyor; “Bol bol hareket edeceksin, günlük rutinini bozmayacaksın.” Bu sayede kalbimde ne gibi bir anormallik olduğu ortaya çıkacak. Ben de dediklerini harfiyen uygulamaya karar veriyorum. Hastaneden evime doğru yürüyeceğim.
Başkent Hastanesi’nden dışarı adımımı attığında bahardan kalma bir gün beni karşılıyor. Aralık ayının ortasına geldik ve böyle bir hava… Ankara için hiç hayra alamet değil. Mareşal Fevzi Çakmak Caddesi üzerinden yürümeye başlıyorum. Yolumun üstünde bir inşaat, muhtemelen kentsel dönüşüm. Acaba yıktıkları ev nasıldı diye düşünüyorum? Bu cadde üzerindeki evlerin bir çoğu 2 ya da 3 katlı. Eski Bahçeli evleri. Hani giriş katının penceresinde mütemadiyen bir kedinin beklediği, balkonlarında yoğurt kabında çiçeklerin olduğu apartmanlar… İşte onlar bir süredir kentsel dönüşüme kurban gitmekte. Yerlerine sevimsiz ve estetikten uzak apartmanlar dikilmekte. Onlardan birine denk geliyorum. Kapısının girişinde aslan heykeli var. Sanırım içeride Nottingham Dükü oturuyor. Nottingham Dükü’nün oturduğu apartmanın yakınında bir duvar yazısına rastlıyorum. Ankara’ya yeni gelenler için faydalı olduğunu düşündüğüm bir uyarı: “Ankara, serin değil soğuk”. Yazara hak veriyorum doğal olarak; ne de olsa karakış kapıda, bu havalara aldanmamak lazım, Ankara’nın ayazı pistir çünkü. Bu havalara da kanmamak lazım neticesinde, gelecektir gelecek olan. Yürümeye devam ediyorum, Anıt Park’a doğru yaklaşıyorum. Burasını çocukluğumdan beri severim. Lakin son zamanlarda koca bir inşaat alanına dönmüş olan Bahçeli’deki benzer manzara burada da var. Her yer taş, toprak; yerlerde çimento torbaları, çimenlerin üzerinden alet, edevatlar var. Park çok yabancı gözüküyor gözüme, sanki başka bir yerdeyim. Park da ıssız zaten; parkın içerisinde sadece inşaat için çalışanlar ve güvercinler var. Sonra burasının yazın ne kadar güzel olduğu aklıma geliyor. Kaykaycılar, bisikletçiler, çekirdek çıtlayanlar, aylaklık edenler, müzik dinleyenler… Gördüğüm manzara, hatırladığım bu imgelerin çok uzağında maalesef. Moralim bozuluyor. Akdeniz Caddesi’ne doğru yürüyüş rotam devam ediyor. Caddenin ismi bana hep çok güzel gelmiştir. Sanki kulağa Yeni Türkü’nün “Fırtına” şarkısını hatırlatıyor: “Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar…” Yürümeye devam ediyorum. Yanımdan Anıtepe’deki koşu parkurundan gelen insanlar geçiyor. Üzerlerinde eşofman takımları, kulaklarında kulaklık, sıkı bir maratonu tamamlamış gibiler. Onların arkasından da Anıtkabir’den çıkanlar geçiyor. Bu cadde üzerindeki evleri de ayrı seviyorum. İki katlı eski Bahçeli evleri burada da beni karşılıyor. Zevkle döşenmiş çardakları, yazın gelmesini bekleyen beyaz plastik koltuklar öylece duruyorlar. Sert bir rüzgar esmeye başlıyor. Rüzgar bir poşeti havalandırıyor. Kafamı yukarıya kaldırıyorum, kara bulutlar toplanmaya başlamış. Birazdan bastırır yağmur diye düşünüyorum.
Adımlarımı hızlandırıyorum, arada holteri de kontrol ediyorum. Şimdi de Akdeniz Caddesi üzerinde yer alan, Eser Park’ı karşıma çıkıyor. Etrafta koşan köpekler, çocuklar, banklarda oturan sevgililer… Parkta gözüme ilk çarpan belediye çalışanı oluyor. Sigarasından bir nefes çekip dumanı dışarı bırakıyor. Kısa süre de olsa dertlerinden uzaklaşmış bir surat ifadesi var yüzünde. Sonra parkın ortasında selfie çeken bir çifte rastlıyorum. Golden cinsi bir köpeğin kuşlara doğru koştuğunu görüyorum. Yaşlı bir çift banklarda oturmuş, bütün bu olanları kayıtsızlıkla izlemekte. Biraz daha yürüyorum; belediyenin parkın içerisine koyduğu plastik spor aletlerinde takım elbiseli, kasketli iki amca son derece hırslı bir şekilde spor yapmakta. Bu gördüğüme çok da anlam veremiyorum haliyle. Akdeniz Caddesi’nin sonuna geliyorum. Artık 7. Cadde’nin başındayım. Caddenin başı yine çok kalabalık. Gelenler, gidenler, arabanın içinde bekleyenler… Yoluma devam ediyorum. Milli Kütüphane’nin olduğu yokuştan yürümeye devam ediyorum. TRT Orkut Stüdyolarının önüne geliyorum. Buranın eskiden Arı Sineması olduğunu anımsıyorum. Arı sineması 1969 yılında açılmış. İlk açıldığında Ankara’nın en prestijli sinemalarından biri olarak kabul ediliyormuş. Binanın içerisindeki çinilerin çok değerli olduğu aklıma geliyor. Keşke burada film izleyebilseydim. Biraz daha yürüyorum. Artık 4. Caddenin başındayım. AŞTİ’ye doğru inen yokuşun başından aşağıya doğru yürüyorum. Chopin Parkı’nın yanındayım. Geçen yıl bu parktan Chopin’in büstü çalınmıştı, hâlâ kayıp. Zaten bir süredir Ankara’da bazı heykeller ortadan kaybolmakta. İki sene önce Seymenler Parkı’ndan İlhan Koman’a ait heykel kaybolmuştu. Nereye gidiyor bu heykelleri bilen var mı acaba? Şimdi Chopin’in büstü de bu listeye eklenmiş durumda. Umarım Chopin aşığı birisi almıştır diye de kendimi kandırıyorum. Bu sırada telefonum çalıyor, bakıyorum, o arıyor. Kalbim hızla atmaya başlıyor. Onun sesini duyar duymaz kendimi başka bir alemde buluyorum. Zaman duruyor benim için. Onunla beş dakika bile olsa konuşabilmek dünyaya bedel. Ona holter taktırdığımı söylüyorum havalı bir şeymiş gibi. Heyecanlanıyor, önemli bir şeyim olup olmadığını soruyor haliyle. Ciddi bir durumun olmadığını, rutin bir kontrole geldiğimi söylüyorum. İyi olduğumu duyunca rahatlıyor, havadan sudan konuşmaya başlıyoruz. O mesaiye kaldığını ve çok sıkıldığını söylerken, ben ise içimden onu ne kadar çok sevdiğimi söylüyorum. Tabii o iç sesimi duyamıyor. Onunla konuşmaya devam ettikçe kalbim daha da hızlı atmaya başlıyor. Holter bütün bu anları kaydediyor. Ertesi gün holter kayıtlarını görünce doktor muhtemelen bana şu yorumu yapacak: “Modern tıp sizin sorununuzu çözemez.” Telefon görüşmemiz sonlanıyor. Keşke diyorum, şimdi 4. Cadde’nin ya da 7. Cadde’nin başında kalabalıkların arasında karşılaşsaydık ne güzel olurdu. Kendimi bir an için Yusuf Atılgan’ın Bay C.’si gibi hissediyorum ve aklıma Aylak Adam’dan şu satırlar düşüyor: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi ve içimdeki sıkıntı eridi.” Ben de tıpkı Bay C gibi kaç defa onu beş dakika görebilmek için, sokak sokak gezdiğimi hatırlıyorum. Kelimeler yetse diyorum içimden onu ne kadar sevdiğimi söyleyeceğim ama hiçbir kelime ona karşı hissettiklerimi karşılayamıyor maalesef. Ama inanıyorum bir gün doğru kelimeleri bulup onu ne kadar çok sevdiğimi söyleyeceğim. Gün batıyor, kara bulutlar dağılıyor ağaçların arasından güneş ışıkları süzülüyor. Fonda bir Ortaçgil şarkısı: Çığlık, Çığlığa
Can Öktemer