Haziranın ortalarındayız, evde oturmaktan sıkılıyorum, biraz hava almak, kafayı dinlemek için Seymenler Parkı’na gidiyorum. Milli Kütüphane’nin arkasında ne amaçla yapıldığını hâlen anlayamadığım yolun ortasındaki Gökkuşağı isimli çeşitli dükkânların önünde karşıdan karşıya geçiyorum. Gelen ilk dolmuşa biniyorum. Dolmuşun içerisi çok kalabalık, parayı zor uzatıyorum. Dolmuşçu abi, içerinin asla dolduğuna kanaat getirmemiş olacak, yolda gördüğü herkesi almaya çalışıyor. Kendimi Genelkurmay Başkanlığı’nın önünde zor atıyorum. Dolmuştan iniyorum, yürümeye başlıyorum. Işıklardan yolun karşısına geçip, biraz daha yürüyorum. Meclis Parkı’na doğru yaklaşıyorum, tepemde bulutlar toplanmaya başlıyor. Şiddetli bir yaz yağmuru yağacak gibi duruyor ve her Ankaralının bildiği gibi, bu yağmurlar beraberinde sel getirir. Sele kapılmamak için adımlarımı hızlandırıyorum. Meclis Parkı’nın içerisine giriyorum. Yaşlı bir kadın, bir ağacın altında huzurlu bir şekilde dinleniyor, yanından usulca geçiyorum. Tepemde toplaşan bulutlar, ses çıkarmaya başlıyorlar, yürüme hızımı arttırıyorum. Gözüme bu sefer de Meclis Parkı’nın meşhur kaykaycıları takılıyor. Kaykaycılar, her türlü artistik hareketi başarıyla tamamlıyor, lakin etrafındaki seyirciler yok denecek kadar az, içimden yüksek sesli bir alkış gönderiyorum onlara.
Meclis Parkı’ndan çıkıyorum, yine yolun karşısına geçiyorum. Yolun karşısı kalabalık, herkes şemsiyelerini hazırlamış, gelecek olana karşı siper almış durumda. Birazcık daha yürüyorum, karşıma Celal Bayar Köşkü çıkıyor. Bu köşk aynı zamanda Etnografya Müzesi’nin de mimarı olan Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından yapılmış. Köşk, tipik bir Ankara evi görünümde, iki katlı, geniş bir bahçe… Celal Bayar, bu köşkte 1950 yılına kadar yaşamış. Köşkü geçip, yoluma devam ediyorum. Akün Sahnesi’nin önüne geldim şimdi de… Akün Sahnesi, bir dönem Ankara’nın en büyük sinemalarından biri olarak kabul ediliyordu. 1977’de kurulan Akün Sahnesi, 911 koltuk kapasitesine sahipmiş ve ilk açılışını Hababam Sınıfı’yla yapmış. Zaman içerisinde Ankara’nın birçok farklı sinema salonu gibi o da kapanmak durumunda kalmış. Lakin, Akün Sahnesi’nin en büyük şansı, tamamen kapanmak yerine Devlet Tiyatroları’na devredilmesi olmuş. Akün Sahnesi’ni de geçiyorum, Kuğulu Park’a doğru yaklaştım; bundan birkaç gün önce kapanacağını ilan eden Tunalı Dost’un önüne geliyorum, dükkânın önünde kiralık ilanı asılmış, üzülüyorum. Burası, Tunalı’nın en eski kitapçılarından biriydi; özellikle dükkânın dış kısmında yer alan sayfa şeklindeki tasarımı güzeldi.
Can sıkıntısıyla Kuğulu Park’a giriyorum, sonbaharda budanan ağaçlar hâlâ kendine gelememiş, içim daha da sıkılıyor. Kuğulu Park’tan yolun karşısına geçiyorum. Polonya Büyükelçiliği’nden yokuş yukarı tırmanıyorum, yağmur hafiften kendini belli etmeye başlıyor, damlalar üzerime düşüyor. Yoluma devam ediyorum, Ankara’nın bir dönem en prestijli alışveriş merkezi olan Karum’a geliyorum. Artık eski heybetinden eser yok ama özellikle 90’lı yıllarda Karum’a gelmenin, gezmenin ayrı havası vardı. Ankara’da hiçbir yerde bulunmayan mağazalar, dükkânlar, lokantalar hep buradaydı; hatta bir dönem tüm haber kanalları canlı yayınlarını buranın önünden yapıyorlardı. Ağaçların arasından yokuş yukarı tırmanmaya devam ediyorum. Burası Ankara’nın en havalı ve lüks semtlerinden biri, yürüyüşüme peşi sıra havalı evler, villalar, arabalar eşlik ediyor. Hava, herkese yaz yağmuru artistliği yapıyor, yağıp geçiyor. Bulutlar dağılıyor, güneş kendini gösteriyor.
Dik yokuş bitiyor ve Seymenler Parkı’na geliyorum. Park her zaman olduğu gibi yine çok kalabalık. Müzik dinleyenler, bir ağacın altında oturup içkisini yudumlayanlar, köpeğini gezdirenler… Burası bu mevsimde hep bir başka oluyor. Uçurtmasını göğe ulaştırmak için yarışanlar, çimenlerin üzerine yayılıp kitaplarını okuyanlar, amaçsızca gökyüzünü izleyenlerin arasından geçip, kendime uygun bir yer bulup çimenlerin üzerine yayılıyorum. Gökyüzünde bulut geçişi yoğun, az önceki yağmurun kalıntıları ufaktan dağılıyor. Yanıma topunu almak için gelen bir köpek yanaşıyor, ona topunu veriyorum, başını okşuyorum geldiği gibi aynı hızla sahibine doğru koşuyor, başka bir yerden canlı müzik sesleri yükseliyor. Güneş yavaş yavaş batmaya başlıyor, ışıkları bir ağacın arkasından süzülüyor. Gündüzki sıcaklık yerini hafif bir esintiye bırakmış gibi. Esintiyle birlikte, yapraklar oynamaya başlıyor, yakınımda bir çift birbirilerine sarılmışlar; manzarayı izliyorlar oldukça huzur dolu gözüküyor. Alain Badiou, aşkın tarifini yaparken, insanın sevdiğiyle aynı zaman dilimini ve aynı dünyaya bakması örneğini veriyordu:
“Sevdiğim kadının omzuna yaslanıp, örneğin dağlık bir bölgede akşamın dinginliğini, sarılı yeşilli çayırı, ağaçların gölgesini, çitlerin ardında kımıldamadan kayalıkların arkasında yiten güneşi görüyorsam ve onun yüzü aracılığıyla değil de şu haliyle, dünyanın içinde sevdiğim kadının da aynı dünyayı gördüğünü, bu özdeşliğin dünyanın parçası olduğunu ve aşkın tam o anda özdeş bir farkın çelişkisi olduğunu biliyorsam, işte o zaman aşk vardır ve daha da var olacağına ilişkin umut verir.”
Karşımda duran huzur dolu çifte bakarken, ben de benzer duygulara kapılıyorum. Birden onu ne kadar çok özlediğimi fark ediyorum. Şimdi yanımda olsa diye düşünüyorum; onunla beraber güneşin batışını izleyebilseydik diye iç geçiyorum, sonra sevdiğimiz şarkılardan, kitaplardan bahseder, Ortaçgil’in Dalyan şarkısı üzerine konuşurduk, Ankara sıcaklarından şikâyet ederdik, Murakami’nin ne kadar harika bir yazar olduğuna bir kez daha kanaat getirirdik, ciddi bir şey üzerine konuşmaya başlayınca, o saçlarıyla zarif bir şekilde oynardı, komik bir şey anlatırken de güzel gözlerini kısarak gülerdi, sonra gelecek üzerine konuşurduk, mevsim geçişlerini, yaprakların sararışını hayal ederdik… Onunla dünyanın bütün güzelliklerini paylaşabilmeyi, tanıklık etmeyi o kadar çok isterdim ki, sonra hayatın tüm kaosundan, koşuşturmasından uzakta, kendimize huzurlu bir dünya kurabilmeyi… Ben bütün bunları düşünürken o yanımda değil maalesef, “onu görebildiğim tek yer rüyalar artık” keşke hayaller bir kez olsun gerçekleşebilse, hayaller, gerçekler mesafesi bu kadar açık olmasa diye düşünüyorum. Lakin her şeye rağmen onu sevmek, düşünmek çok güzel bir şey bunu biliyorum. Bu dünyaya yeniden gelsem yine onu severdim; zaten ben bu hayatta en çok bunu biliyorum. İşte öyle bir şey.. Fonda bir şarkı çalıyor:
“Seni düşünmek güzel şey
Seni düşünmek ümitli şey
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey
Seni düşünmek güzel şey
Seni düşünmek ümitli şey
Fakat artık ümit yetmiyor bana
Ben artık şarkı dinlemek değil
Şarkı söylemek istiyorum…”