Aylardan Haziran, yani en azından ben öyle tahmin ediyorum. Malum sebeplerden ötürü hatırlamakta zorlandığım bir zamandan beri evdeyim. Zamanın bir yerine sıkışmış gibi hissediyorum. Rahatsız edici bir duygu olması gerekirken, zaman içinde bu sıkışmışlığa da alıştığımı fark ettim. İnsan her şeye bu kadar hızlı alışmamalı; üstelik sabahları tek başınayken, kendi kendine bu kadar ağır sorgulamalar yapmamalı. Önce oturup bir kahve içmeli; hayat da felsefe de aceleye gelmez! Al işte, şimdi de aforizma çıkageldi, tamam, kapıyorum çenemi.
Havanın birazcık ısınmasını fırsat bilip büyük bir değişiklik yaparak günlerdir oturduğum kanepeden kalktım. Balkona geçiş yapıyorum. Baş döndürücü bir hızla geçen üç ayın ardından, gündüz etrafı saran güneş yerini maviliğe bırakmak üzere. Tüm bu renk değişiminin yaşandığı sırada, bir uçak mavilikler arasından beyaz bir iz bırakarak hızla geçiyor, sonra da bir bulutun arkasına saklanarak yok oluyor. Kendisinden geriye de beyaz uzun bir çizgi kalıyor. Aylar sonra atmosferde gerçekleşen ilk hareketlilik bu olabilir. Uçağın nereye gittiğinden daha çok, yolcuların durumunu merak ediyorum. Maskeleri var mı? Sosyal mesafe sağlanmış mı? Maske ağızlarından kaydıkça nasıl düzeltiyorlar? Yan koltuğa oturan ve muhabbet delisi anonim yolcunun inatçı sorularına karşı sosyal mesafe önlemini alabiliyorlar mı? Zihnimin, gökyüzünde gerçekleşen sıradan anda beni bu tuhaf sorulara yönlendirmesi çok acayip; zaten çok acayip zamanlardan geçmiyor muyuz?
Karşı apartmanın kenarları turşu bidonları, soğan torbaları ve çiçeklerle dolu balkonunda sigarasından fırt alıp dumanı dışarıya üfleyen abi de benim gibi aynı şeyleri düşünüyor mu acaba? Kaç gündür evinde bekliyor, kim bilir? Ya da hiç evinde oturmadı, bir şekilde hayatına devam etme zorunluluğu olanlardan biri mi oldu? Hitchcock filmleri tadındaki karşı pencere gözlemimi yarıda kesiyorum. Adam da sigarasını saksıda söndürüp içeriye geçiyor.
Evin içerisinde uzun süre yalnız kalmak, kendimi kendime hem iyi bir dost hem de kötü bir düşman haline getirdi. Kendi kendimle aynada karşılaşmaktan bile imtina ediyorum. Zira insan kendisiyle de bu kadar uzun süre baş başa kalmamalı. Tüm bu ontolojik sorgulamalarım esnasında telefonum çalıyor, arayan E. Aylardır onunla sadece telefon ekranından görüşmek durumunda kaldık. Dünyanın eski halini, normalin eskisini de yenisini de hiç özlemedim ama onu çok özledim. Bunca zamandır sadece sesle ya da görüntülü bir şekilde konuşmak, özlemi dijital olarak dile getirmek ne acayip. Hayatımız Shakespeare trajedilerine dönüşmüş gibi: Birlikteyiz ama yan yana gelemiyoruz.
E., pandemi öncesi İstanbul’a ailesinin yanına gitmiş, olaylar patlayınca da orada kalmak durumunda kalmıştı. Seyahat izni çıkınca da sonunda Ankara’ya, eve dönmek için yola çıkmıştı. E., sıcak bir merhabayla açıyor telefonu, aynı sıcaklığı ben de gösteriyorum. Ankara’ya giriş yaptığını, Eskişehir yolunun başındaki dışarıdan Selçuklu mimarisini andıran ama herhangi bir mimari akıma dahil edilemeyecek kadar garip olan devasa geçidi arkasında bıraktığını ve 1 saat sonra eve geleceğini aktarıyor bana. Bu saçma geçidin Ankara sınırını belirlemesi canımı sıkıyor. E. gelene kadar evdeki son hazırlıkları yapıyorum. Farklı markalardan dezenfektanları masaya sıralıyorum, yanlarına maskeleri yerleştiriyorum. Oturma odasının tozunu alıyorum, halıları evvelsi gün yıkamıştım, sanırım yani, pek hatırlamıyorum, kapıları ve pencereleri açıyorum. Dünyanın sesi (her ne kadar korna ve bağırış çağırış olsa da şu sıralar biraz sessiz bir melodi var) eve giriyor, yaşasın yaz! Alışverişi de bu sabah yapmıştım, hatta bozuk para meselesi ciddi sıkıntı olmuştu. Kasiyerin ona uzattığım kâğıt paraya bozuk parayla karşılık vermesi küçük çaplı bir hadise yaratmıştı. Madeni paraya dokunup dokunmama konusunda ikileme düşmüştüm. Dokunduğum anda elimi yıkamam lazımdı fakat maalesef dışarıdaydım, bu yüzden o paraya dokunamazdım. Alnımdan terler boşalıyordu, bir an önce karar vermem gerekiyordu. Arkamdaki sıra giderek kalabalıklaşıyordu, soysal mesafeyi tehlikeye düşürüyordum. Sanki önümde patlamaya hazır bir bomba vardı ve benden doğru kabloyu kesmem bekleniyordu. Paraya dokunursam, elimi yıkayana kadar o elden mahrum kalacaktım. Yüküm fazlaydı, bir elimi hijyen sorununa yediremezdim. Bu yüzden hızlıca bir karar alıp kasiyerden paraları montumun cebine koymasını rica etmiştim. Kasiyer bana ters ters bakarak cebime bozuk paraları yerleştirmişti. Eve gelir gelmez hepsini balkona çıkarmıştım. Şimdi bozuk paralar 24 saat boyunca üzerlerine kolonya dökülmüş bir şekilde balkonda bekleyecekler. Yine marketten aldığım şarap ve soda şişelerini sabunlu suyla yıkayıp balkona çıkarmıştım, onları alıp buzdolabına yerleştiriyorum. Evet, soda şişelerini tek tek sabunlu suyla yıkadım. Tarih bugünleri böyle yazacak. Uzay boşluğunda yüksek tansiyonlu bir mavi topun içinde yaşayan insan türü, 2020 yılında evlerine aldıkları soda şişelerini sabunlu suyla yıkayıp Mars’ta yaşam aramaktaydı.
E.’yi aşağıda karşılamak için maskemi takıp, apartmanın önüne iniyorum. Apartmanın girişinde beklemeye başlıyorum. Giriş katında oturan komşum ellerinde poşetler, yüzünde siperlik ve maskeli bir şekilde apartmana giriyor. Benimle bir şekilde konuşmaya kalkacağı için sosyal mesafeyi hesaplamaya çalışıyorum. Bir sözelci için ne kadar zorlu bir işlem bu böyle. Aramızda ne kadar mesafe var, o bana geldikçe benim de geriye doğru mu gitmem gerekiyor? Neyse ki, o da benim gibi paranoyaklaşmış, benden uzaklaşarak yürümeye devam ediyor. Zoraki bir şekilde göz göze geliyoruz aramızdaki mesafe bir hayli açıldığı için, ben öyle tahmin ediyorum en azından. Başımla kendisine selam veriyorum, o da bana siperliğinin ve maskesinin altından karşılık veriyor.
Kısa bir süre sonra bir araba yaklaşıyor apartmanın önüne. Arabanın motoru duruyor, el freni çekiliyor, kapı yavaşça açılıyor. E. ve hayranı olduğum saçları göz hizamda beliriyor. Düşük yoğunlukta esen rüzgâr saçlarını savuruyor, E. zarif bir şekilde onları derleyip topluyor ve gözlerimiz buluşuyor. Birbirimize maskelerimizin ardından gülümsüyoruz. Kısa adımlarla yakınlaşıyoruz ama sarılmayı erteliyoruz, şu süreçte etrafa kötü örnek olmak istemiyoruz. İnsanın sevdiğine dilediği zaman sarılamaması ne acayip bir durum. Bagajdan bavulları alıp evimize doğru geçiyoruz. Aylar sonra yan yana gelebilmiştik Dünyanın zamanı, yörüngesi şaşmıştı; tüm belirsizliğin içinde hiçbir şey olmasa da bir şey olmuştu işte. Maskelerimizi çıkarıyoruz, birbirimize sarılmadan önce yapmamız gereken en önemli şeyi yapıp ellerimizi itinayla yıkıyoruz. Sonra E.’ye kendisi için özel olarak aldığım narenciyeli kolonyayı uzatıyorum, gülümseyerek ellerine gelen damlacıkları birbirine karıştırıp duşa giriyor. Yaklaşık 25 dakika süren hijyen önlemlerimiz nihayet sona eriyor. E. yanıma oturuyor. Bir süre konuşmuyoruz, sadece birbirimize bakıyoruz. Yaşanan anın rüya aleminde geçip geçmediğinin bir kontrolünü yapıyoruz belki de. Yan yanayız işte, şimdi dünyanın gürültüsünden, kaosundan uzaktayız, birbirimize bakıyoruz ve tüm bu olanlar gerçek. Sonra birbirimize sımsıkı sarılıyoruz, kayıp zamanı geri alırcasına, elimi onun hafif nemli saçlarında gezdiriyorum, sonra da onu öpüyorum. Şimdiki zaman kırılıyor, başka bir ana geçiş yapıyoruz. Akşam yemeğini bitirip, film izleyip bir süre yüz yüze konuşabilmenin tadını çıkartıyoruz. E. yol yorgunu olması sebebiyle erkeden yatmayı tercih edip odaya çekiliyor. Ben de onun ardından bir süre kitap okuyup yanına geçip, perdeleri kapatıp günün fişini çekiyoruz.
Ertesi sabah hafif kahvaltı ile güne başlıyoruz. E. kahveyi dışarıda içmeyi öneriyor, sonra da “yeni” normal hayata uygun bir şekilde park gezintisi yapmaya karar veriyoruz. İkimiz de uzun zamandır evdeydik ve açık havada dolaşmayı çok özlemiştik. Lakin “yeni” normalin belirli kuralları vardı, ona harfiyen uymak durumundaydık. Kıyafetlerimiz bir süredir hareketsiz bir şekilde bekliyordu. Giymeyi özlediğimiz kıyafetleri giydik, ilk hazırlık işlemi tamamdı. Maskelerimizi hazırladık, çantamıza kolonya, dezenfektan ve ıslak mendilleri özenle yerleştirdik. Parkta yere serilecek kilimler için ayrı, kahve, şarap ve bira için ayrı çanta hazırladık. Hava durumu belirsizliğini koruyordu, güneş şimdilik tepemizde görünüyordu ama aldanmamak lazımdı yağmur her an bastırabilirdi. Ankara bu mevsimde yağmuru pek severdi, caddeler sel olur taşardı, bu sebeple yağmurluk ve şemsiye tedariki de yaptık. Sanırım artık hazırdık. Bu kadar önleme bakınca, sıradan bir gezintiden çok, Jurassic Park turu yapacak gibi duruyorduk. Hazırlıklar ve aşırı önlem listeleri tamamlanınca kapıyı kapattık, meraklı sorularıyla halk sağlığı tehdidi olasılığını arttırabilecek meraklı komşulara yakalanmadan kendimizi dışarıya atabildik. Ufak adımlarla yürüyüşümüze başladık, apartmanın altındaki kebapçı dükkânı birkaç gün önce yeniden açılmıştı. Dükkân sahibi ile garson maskeli ve az müşterili bir şekilde bekliyordu. Lahmacun ustası maskesini yarıya indirmiş ve telefonuyla meşgul haldeydi. Evin yanındaki Chopin Parkı’nda ise köpek gezdirenler, tek başlarına banklarda oturup boş gözlerle etrafı izleyen ve sosyal mesafeyi biraz abartarak oturanlar vardı. Aşırı sosyal mesafeliler birbirleriyle hiçbir şekilde iletişim kuramıyorlardı. İçlerinden birisi, daha kısık sesle konuşmaları gerektiğini, dün televizyonda izlediği bir hekimin belirttiği gibi açık havada rüzgârın etkisiyle tükürüğün çok daha hızlı yayılmasına karşı dikkat etmeleri gerektiğini söylüyordu. E.’yle parkı ve garip ortamını bırakıp arabamızın yanına geliyoruz. Sonra arabanın camında kendi yansımamıza denk geliyoruz. Maskeli, güneş gözlüklü iki insanla göz göze gelmiştik. Kimdi bu insanlar? Ne acayipti her şey? Her şey fazlasıyla anormal görünüyordu. Gökyüzü bile, güneş önüne düşen bulutlardan kendisine yer bulmaya çalışıyordu. Yukarıda bile durumlar normal değildi. İstikametimiz Seğmenler Parkı’ydı, yükümüz fazlaydı, mecburen arabayla yola devam edecektik.
Kapıları açıp arabanın içine geçiş yapıyoruz. Direksiyonun başına E. geçmişti, şarkı tercihi ise bana aitti. E. motoru çalıştırdı, ben de Father John Misty’den Pure Comedy’i açıyorum. Father John Misty ağır ağır halimize gülüyordu, her şey kötü bir şaka diyordu. TRT Orkut Stüdyosu’nu ve Milli Kütüphane’yi geride bırakıyoruz. Etraf çok ıssızdı, araba yoğunluğu azdı. Canım sıkılmıştı. 7. Cadde’nin uğultusu yerini apokaliptik bir zaman dilimine bırakmıştı. Trafiğin azlığından kısa sürede battı çıktı alt geçitlerini, Genelkurmay’ı ve Meclis’i arkamızda bırakıp arabayı Kuğulu Park’a yakın bir yere park ediyoruz. Maskelerimizi düzeltiyoruz, bagajdan çantalarımızı sırtlanıp yürümeye başlıyoruz.
Tunalı’yı çok özlemiştik. Sokaktaki insan ve mekân kalabalığı burada biraz daha fazlaydı. Yolun karşısındaki pastaneye girmek isteyenler mesafeli bir şekilde sıra olmuş, kapıdaki siperlikli, maskeli, eldivenli görevli, sütlaç yemek isteyenlerin tek tek ateşini ölçüyordu. Masalarda semaverlere dev dezenfektanlar eşlik ediyordu. Maskeler çenelerde, mesafeler korunarak sohbet ediliyordu. Her şey çok hızlı normalleşiyordu, birincilik sohbetlerin gizli çekiciliğine veriliyordu.
Zihnim yine kelimelerle dolmaya başlamıştı. İnsan uzun süre yalnız kalınca zihni fazla kelimelerle mi doluyordu? Onları bir yere boca mı etmek gerekiyordu? Mekânları dolduran insanların tüm bu anormalliğe tahammül etmelerinin sebebi bu muydu acaba? Bilincim bir zincirleme isim tamlamasını daha kaldıracak duruma değildi, yardımıma E. koşmuştu. Elimi tuttu, yürüyüşümüze devam ettik. Seğmenler öncesi kısa bir Kuğulu Park gezintisi yapmak istiyorduk. Tunalı Hilmi heykelinin önünde iki ergen tarihe bir anı olarak maskeli selfie bırakıyordu. Parkın girişindeki polis aracından sosyal mesafe ve maske uyarısı yükseliyordu. 65 yaş üstü iki çift sakin bir şekilde bankta oturup etrafa bakıyordu. Bir aile tedirgin bir şekilde çocuklarının peşinden koşturuyordu. Kuğulu’nun güzelliklerinden yel değirmeninin içinde biriken suda, Nisan ayında gerçekleşmesi planlanan ama bir süre sonra iptal edilen konserin afişi yer alıyordu. Hayat kısa planlar yapmak için bile fazla belirsizlik taşıyordu. Olağanüstü hallerdeki Kuğulu Park’ı geride bırakıyoruz. Işıklardan karşıya geçiyoruz. Polonya Büyükelçiliği’nin önünde başlayan dik yokuşun başından Seğmenler’e doğru tırmanmaya başlıyoruz. Maskeli kaykaycılar arabaların bagajına tutunmuş bir şekilde yokuş yukarı tırmanıyorlar. Yürüyüşümüze devam ediyoruz. Güneş kendisini göstermeye başlıyor. Hava ısınıyor, maske bizi koruduğu kadar zorluyor da. Alnımdan terler boşalıyor ama etrafa dokunma ihtimalim olduğundan terimi temizleyemiyorum. Köpeğini gezdirenleri, önlemin dozunu kaçıranları, maskesiz etrafta gezinenleri tedirginlikle geride bırakıp Seğmenler’e sonunda ulaşıyoruz. Park biraz yoğun, ev yorgunları, sıkılganları kendini dışarı atmış görünüyor. Kendimize sakin bir yer bulup bir ağaç altına, insanlardan uzak bir şekilde kuruluyoruz. Kilimi yere seriyoruz, çantamızdan erzakımızı çıkarıyoruz. Ellerimizi dezenfektanla temizliyoruz, sonra kolonya, en son mendille kuruluyoruz. Hijyen rahatlığıyla maskelerimizi ağzımızdan indiriyoruz. Temiz hava iyi geliyor ikimize de. Bir süre konuşmadan etrafı izliyoruz. Temiz havadan istifade ediyoruz. Kahvelerimiz içip kitaplarımızı okuyoruz. Bir süreliğine de olsa her şey eskisi gibi görünüyor. Kahve faslı bitiyor, gün ilerliyor, etrafımız kalabalıklaşıyor. Bardaklarımızı hazırlayıp şaraba geçiş yapıyoruz. E.’ye bakıp gülümsüyorum, onunla aylar sonra şu küçük anı paylaşmak çok kıymetli. Gülümsememe aynı sıcaklıkla karşılık veriyor, yüzüne doğru inen saçı zarif bir şekilde düzeltiyor. Şaraplarımızı içip bugün karşılaştığımız gariplikler üzerine konuşuyoruz. Tüm yaşadıklarımız bize çok acayip geliyor. Bu sırada yanımıza doğru erkeklerden oluşan bir grup yaklaşıyor. Onların her adımı bende tedirginlik yaratıyor. Sosyal mesafeyi korumaları lazım, üstelik ağızlarında maske de yok! Şarabımı bir kenara koyup gözlerimle grubu yakın plan takibe alıyorum. Bize yaklaşık 3 metre uzaklıkta bir yere obalarını kuruyorlar. Grubun lideri olduğunu düşündüğüm, arkadaşlarının Tahir ismiyle çağırdığı eleman, buranın iyi olduğuna karar verdiğinde beyliklerini ilan ediyorlar. Kuruluş Tahir’le aramızda takriben 3 metre var. Bilim Kurulu’nun önerdiği bir sosyal mesafe aralığı ama insan yine de tedirgin oluyor. E.’ye maskesini takmasını söylüyorum, E. bu mesafeden bir şey olmayacağını, güvenlik önlemlerini abarttığımı söylüyor. Madem maske takmayacaktı, biz onlardan uzaklaşırdık öyleyse. Kilimi ve eşyaları birkaç metre kenara çekiyorum. E. oflaya poflaya bana eşlik ediyor. Kilimi çekerken şarap bardağını deviriyorum, kilimin desenleri kan kırmızısı oluyor. E.’nin ela gözleri bana doğru sinirli bir şekilde bakmaya başlıyor.
Tahiroğulları Beyliği’yle aramızda 10 metre fena olmazdı açıkçası. Kalabalık grup gürültülü bir şekilde katlanır sandalyelerini hazırlayıp biralarını açıyor. Yüksek sesle sohbet edip, müzik dinlemeye başlıyorlar. Doğayla iç içe sakin ortamımızın huzuru kısa sürede bozuluyor. Moralimin bozulduğunu düşünen ve az önceki kızgınlığı hızla geçen E. yanıma uzanıp yanağıma bir öpücük konduruyor. Yine de tadım kaçmıştı işte! Maskesiz Tahiroğulları tüm huzurumu kaçırmayı başarmıştı. Kendimi Ahmet Vardar gibi hissediyordum. Maske takmadıkları için kulaklarını çekmek istiyordum. Lakin şu ortamda kavga etmek pek akıl kârı ve sağlıklı değildi. Beyliklerinin sessizce dağılmasını bekleyecektik mecburen. Lakin saatler geçmesine rağmen kalabalık grup yerinden kalkacak gibi görünmüyordu. Üstelik tuvaletim de gelmişti. Seğmenler’in pek hijyenik olmayan tuvaletine de giremezdim. Ağaçların etrafı da kalabalıktı. Mecburen eve kadar kendimi tutmam gerekiyordu. Tüm talihsizliklerin üst üste gelmesi gibi kötü bir durum vardır. İşte, bizim de başımıza o gelmişti. E.’ye çaktırmamaya çalışıyordum ama moralim çok bozulmuştu. Tepemizde bulutlar toplanmaya başlamıştı, önümüzdeki ağaç dallarından güneş ışınları süzülüyordu. Bir süre gürültünün içerisinde gökyüzünü izledik. Bu bakışma çevremizdeki lüzumsuz ve aşırı anormal gürültüyü bastırdı. E. tadımın iyice kaçtığını fark edince eve dönmemizi önerdi. Yeni normalleşme fazla gelmişti. Bu kadar hızlı normalleşmek istemiyorduk anlaşılan. Eşyalarımızı topladık, ellerimize dezenfektanlarımızı sürüp insanlardan kaçarak arabamıza bindik. Bu sırada, tepede buluşan bulutlar uzun uğraşlar sonunda yağmuru yağdırmayı başarmıştı. Arabanın camına yağmur damlacıkları düşüyordu. Eve dönüş müziği olarak Chet Baker bize eşlik ediyordu. Almost Blue. Bay K.’nın dediği gibi “her şey ters görünüyordu, mavi bile.”
Eve döndüğümüzde yağmur dinmişti. Etrafı nefis bir toprak kokusu sarmıştı. Egzoz kokularını duymazdan gelirsek tabii… Hemen ellerimizi yıkayıp dezenfektan sürmüştük. Ben kendimden emin olmadığım için tüm bunların üstüne kolonyalı mendil uygulaması da yapmıştım. Ne zaman egzama başlangıcı olurdu bende acaba? Seğmenler’de yarıda kalan şarabımızı çıkarıp balkona geçiş yapıyoruz. Hayat eve sığmaz, yaşamın doğal akışı sokaktadır. Başkalarıyla etkileşimde, paylaşımdadır. Lakin bu ortamda insan rahat edemiyordu işte. Her şey fazlasıyla anormaldi. Zaten dünya bir süredir saçmalamaya başlamıştı. Yaklaşık üç ay önce, III. Dünya Savaşı ihtimalleri üzerine konuşuluyordu, Orta Doğu’da kartlar yine yeniden dağıtılıyordu. 2020 bol siyasi analizle gelmişti.
Bu yıl 35 olmuştum. Yolun yarısına gelmiştim yani; tüm yaşanan tüm felaketlere giderek alışmaya başlamıştım. (Bizden önceki kuşakların yaşadığı çok daha ağır tarihsel vakalar vardı kendimizi onlarla kıyaslamak ayıp kaçardı. Lakin bizim jenerasyon da bu konuda hiç fena değildi sanki.) Hayatımın özeti bir film şeridi gibi önümden geçiyordu ve tek görebildiğim imgeler seçim sandıkları, dolar kuru ve Twitter’daki siyasi analizlerdi. Üstelik mevsimler de rayından çıkmıştı. Doğru, bir de küresel ısınma vardı, değil mi? Bir de bu lanet şey. Sırada ne var, dev bir meteor mu yaklaşıyor bize? Bruce Willis de çok yaşlandı, o bile dünyayı kurtaracak durumda değil. Biraz deniz havası alsak iyi gelecek galiba hepimize. Yanında 70’lik yeni seri; taratorlu, balık simitli, fonda Birsen Tezer şarkılarının çalınacağı, post-apokaliptik çilingir sofraları… Öyle yani, gelecek uzun sürermiş. Zihnimden tüm bunlar geçerken E. elimi tutuyor. Sımsıkı tutuyoruz ellerimizi, göz göze geliyoruz, birbirimize gülümsüyoruz ve dudaklarına bir öpücük konduruyorum. Gelecek ne getirir bilmiyoruz, bilmek de istemiyoruz. Zaman yine bükülüyor, onun yanında tüm gerçekliğim değişiyor, anlam kazanıyor. Bu da bir şey, hatta çoğu zaman çok şey demek. AŞTİ manzaralı balkonumuzda, çirkin binaların arasından güneş yavaşça kayboluyor, fonda Ortaçgil çalıyor:
“Sen varsın iyi ki varsın yanımda,
Dokunmak istiyorum saçlarına,
Yaşamak zor gerçekten zor birlikte,
O resimde, şu şiirde, bu oyunda,
Şarkılarım senindir her zaman,
Ben sen oldum işte o zaman.”
Fotoğraflar: Ankara Apartmanları