Sen gittin gideli ilk defa dışarı çıkıyorum.
Eğer merak ediyorsan şehir hâlâ aynı duruyor. Sanki birazdan Karanfil’in girişindeki büfenin ardından çıkacaksın, kalabalıklar arasında gözlerimiz birbirini bulacak, el sallayacaksın, ben gülümseyeceğim. Sen yoldan geçen arabalara aldırış etmeden aceleci adımlarla karşıya geçeceksin, hevesle sarılacağız birbirimize, çocuklar gibi. Gel gör ki şehir aynı kalsa da sen gittin. Büfenin ardından ne kadar beklesem de çıkmıyorsun. Bir otobüs, durağında bekleyen arabaya korna çalıyor, arabanın yerine ben üstüme alınıyorum, Karanfil 2’ye doğru yöneliyorum. Yalnız bırakılmış bir kazı kazan tezgâhı görüyorum. Sahi kim bakıyor buraya? Başında beyaz şapkası, mavi yeleğiyle hafif göbekli bir amca olması gerekmiyor mu burada? Sanki birileri bu kazı kazanları ay başında buraya bırakıyor, köşede çay içmeye gidiyor ve hiç dönmüyor. Sen, sen dönecek misin ?
Cebimde bozukluk olmadığını da fark edince kazı kazan oynamaktan vazgeçip usul adımlarla Olgunlar’a doğru yürümeye başlıyorum. Karşımdaki insanlara yol verip vermeyeceğime gözlerine bakarak karar veriyorum. Kararlı gözler: sağa çekil. Başını öne eğmiş liseli bir genç: sağa çekil. Hızlı adımları ve sigarasıyla seyrek sakallı, kareli gömlekli tahminimce bir taksici: yol hakkı benim. Bu kadar insana bakmaktan ve karar vermekten sıkılınca yolun kenarından yürümeye karar veriyorum. Böylelikle beni kafelerine nargile içmeye davet eden kibar fakat bir o kadar da ısrarcı insanlardan da kurtuluyorum. Fakat o kafelerden gelen bir Sezen şarkısından kurtulamıyor, dilime doluyorum. Kahpe kader, minik serçe ve hızlanan adımlarımla Olgunlar’a varıyorum.
Barlar ve kafeler öğlen vakti olmasına rağmen masalardan sarkan maskeler ve doya doya bira içip heyecanla birbirlerine bir şeyler anlatan insanlarla dolu. Kapı önünde, kıyafetlerinden üniversiteli olduklarını tahmin ettiğim bir grup sigaralarını içerken doların yükselişinden şikâyet ediyor, kulak misafiri oluyorum. Barlardan birine girmeye niyetlensem de Kuğulu’ya gitme istencim daha ağır basıyor, bana kapıyı açmaya hazırlanan, saçları çilek reçeli kırmızısı kadını hayal kırıklığına uğratıp yoluma devam ediyorum.
Renk renk binaların arasından geçerken bir hüzne kapılıyorum. Neden şehrimize gri şehir diyorlar bizim? Veya bu iklim değişikliği dedikleriyle birlikte güneş hep tepemizde olacaksa, şehrimize gri şehir demeyi bırakacaklar mı? Bizden sonraki çocuklar ne diyecekler bu şehre, Spotify’da gri şehir çalma listesi yapan insanlar, değiştirecek mi adlarını o çalma listelerinin? Şehrimize gri şehir demekten vazgeçilirse mutlu mu olacağız, yoksa biz de kahvehane köşelerine tünemiş yaşlılar gibi gençlere serzenişte mi bulunacağız? Ah ah, bir zamanlar sabah kalktığınızda griye bürünürdü bu şehir, öyle güneşi tepenizde bulmazdınız. Kuru bir ayaz bedeninizi sarar, gözleriniz gri bir renkten başka bir şey görmezdi. Evet, o en alacalı binaları bile. Zihnimde bu cümlelerle zamane gençliğine serzenişte bulunurken alımlı binaları, ışıklı gece kulübü tabelalarını ardımda bırakıp Tunalı’da buluyorum kendimi. Ya da dürüst olmak gerekirse, Tunalı buluyor beni.
Tunalı’ya adımımı atar atmaz hızla etrafımdan geçen neşeli gözler ve birbirine benzer yüzler başımı döndürüyor. Biraz olsun uzaklaşmak için kaldırımın sağına atıyorum kendimi. Bunca gün sonra bir anda bu kadar insanın, gözlerin, adımların, yüzlerin, rengarenk kıyafetlerin üzerime gelmesini yadırgıyorum, belki de o kadar yaşlandım ki insan görmekten usanç duymaya başladım. Her gördüğümde yazısı daha da solan Kavaklıdere Sineması tabelasını görüyorum. Bir kez olsun burada film izleyemediğim için utanıyorum. Aileme kızıyorum. Kalabalıkları, büyük sinema perdelerini, eve uzak sokakları tansılı bir şeymiş gibi gören çocukluğumu burada film izlerken hayal ediyorum. Ninja Kaplumbağalar filminden çıkmış, annesinin özenle baktığı orkidesinin renginde Donatello maskesini takmış, elinde tatlarını ayıramasa da renkli oluşuna hayran olduğu karışık dondurması ile bir çocuk. Okumayı yeni sökmüş, annesi ve babasının ellerinden tutarken tabelaları büyük bir kıvançla onlara okuyor. Mutluluğu, yine yaşayamadıklarımda arıyorum. Kuğulu’ya geliyorum.
Hafta içi ve iş saati olmasına rağmen Kuğulu’nun her zamanki haliyle hınca hınç dolu olmasına şaşırıyorum. Yıllar geçmesine rağmen bir türlü Kuğulu’nun hiç boşalmamasına, bitmeyen bir devr-i daimi olmasına alışamadım. Parkın girişinde küçük bir çocuğun önlerine attığı yemlerin peşinde, birbirlerine aldırmadan koşuşturan güvercinleri rahatsız etmeden parka giriyorum. Kendime bir bank bakınıyorum. Gözlerimle tüm parkı süzüyorum, yıllardır görüşmediğim eski bir dostu görmüş gibi. Şaşırmayacaksın, güneşli bir bank bulamıyorum. Bu şehir bizden bir sır saklıyor ve güneşli banklara sadece bu sırrı bilenler oturabiliyor sanki. Çitlerin karşısındaki siyah paltolu, kır saçlı bir amcanın gazetesini katlamaya çalıştığını görünce oraya doğru yürümeye başlıyorum, daracık yerlerden insanları rahatsız ederek geçiyorum. Yolda siyah paltolu amcayla karşılaşıp başımı saygı ve minnetle öne eğiyorum. Ben varana kadar kimsenin oturmadığı, ağaçların gölgesindeki banka oturup kuğuları izlemeye koyuluyorum.
Parka hiçbir yenilik katmamış bir şekilde tüm sıradanlığımla bankımda oturuyorum. Bir devinimi sağlayan küçücük bir parça gibi. Kimse varlığımdan haberdar değil, hangi yöne baksam benden uzakta bakışlarla karşılaşıyorum. Rüzgârdan üşüyen ellerimi montumun ceplerine koyuyorum. Karşımdaki güneşli banka oturmuş ıhlamur yeşili kaşkollu orta yaşlı kadına, senden saklayacak değilim, hasetle bakıyorum. Kadının gözaltlarındaki kırışıklıklara sinmiş yorgunluğu görünce mahcup oluyorum. Kaç yaşına gelmiş, kaç yıl boyunca bu hayatın ceremesini çekmiş, bu şehrin kaldırımlarında bir ömür geçirmiş bu direşken hanımefendi, hiç tartışmasız kaşkolunu boynuna dolayıp güneşli bankta bir başına oturmayı benden daha çok hak ediyor. Şehrin en gizemli sırrını benim gibi sıradan birine değil, şehrin her bir karışını dolaşan bu hanımefendiye söyleyeceklerdi elbette. Kim bilir bir gün belki, o da bana söyler. Şimdi mesela, yanına gitsem. Merhabalar, oturabilir miyim, karşıdaki bank çok soğuk da desem, çantamdaki kuru kayısılardan ikram edip punduna getirsem. Ne münasebet.
Ihlamur yeşili kaşkollu hanımefendinin yanı başında bir çift beliriyor. El ele tutuşuyor, belli ki güneşli bir bank bulma ümidiyle benim yaptığım gibi parkı süzüyorlar. Benden daha heyecanlı ve ümitvar bakışları. Belki de bir çift, biz olarak ilk gelişleri Kuğulu’ya. Ne yazık ki onların da umutları kursaklarında kalıyor, hanımefendinin 5-10 metre solundaki gölge bir banka razı geliyorlar. Banka oturduklarında mesafe bırakıyorlar aralarına. Çocuk, gölgenin soğuğuna rağmen kestane rengi montunu çıkarıp ortalarına koyuyor. Bir gece Bestekar sokaklarında, iki şişe şarap karşılığında öğrendiğim, şehrin kuytularına saklı sırrı ansıyorum. Rivayet odur ki, her kim Kuğulu’ya sevdiği kişiyle ilk defa gelişinde güneşli bir banka oturur; onların ilişkisi ilelebet sürer. Lakin kim ki oturacak güneşli bank bulamaz, onları tez vakitte bir ayrılık bekler. Bu iki genç için üzülüyor, sır belki doğru değildir deyip geçiştirmek istiyorum. Aklıma biz geliyor, bu iki genç için üzülmeye devam ediyorum.
Bir vakit sonra köşedeki restorandan köfte kokuları yayılmaya başlıyor. İşte o zaman, çitlerin ardında güneşli bankta oturan hanımefendi saatlerdir bozmadığı duruşunu değiştiriyor. Sağ bacağını, sol bacağının üstünden kaldırıyor, ellerini kavuşturup öne doğru eğiliyor. Bakışları çocukluk fotoğraflarına bakarmışçasına ikircikli bir hal alıyor. Bense hiçbir anlam taşımayan bakışlarla çevremdekileri seyrediyorum hâlâ. Sen yokken parkta olağan dışı bir şey olmadığından emin olmak, döndüğün zaman sana parktan hikayeler anlatabilmek için.
Hava kararmaya başlayıp, ıhlamur yeşilli hanımefendi bankından kalkınca ben de kalkıyorum. Parkı, Tunalı’da keyifle birasını, öğlen rakısını, şarabını içmiş, neşeli kahkahalarıyla Kuğulu’ya gelen arkadaş gruplarına devrediyoruz. Bir de işten yeni çıkmış, yorgunluğunu parkta sıcak bir kahveyle atmak isteyen mavi yakalılara.
Bir özlemin çaresizliği ve yaşanacakların umarsızlığı var şimdi üzerimde. İnsanlar, kar beyazı, yosun yeşili, çiçek desenli, çeşit çeşit maskeleriyle bana aldırış etmeden yanımdan geçiveriyorlar. Rüzgâr, bedenimi bu maskeli balonun arasından kurumuş bir yaprağı savurur gibi savuruyor, yokuş aşağı Kızılay’a doğru salınıyorum. Uzaktaki apartmanların ışıkları yanmaya başlıyor teker teker, arabaların korna sesleri ve egzoz kokuları dolduruyor sokakları. Bir polis düdüğünü çalıyor, bir kadın telefonda arkadaşına bağırıyor, anason kokulu insanlar Kuğulu’ya doğru yol alıyor. Yokuş, şehrin nabzını tutmaya devam ediyor. Meclis Parkı’nı görünce aklıma bir soru düşüveriyor:
Kendine güneşli bir bank bulabildin mi orada ?
Mustafa Anıl Topal
Ankara, Nisan 2021
Kapak görseli: Mehmet Kürşat Değer