Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Gittin Gideli II | Terk Edilmiş Şehir

Güvenpark
Filmekimi
Okuma Modu

Dostlar da çekilip gidiyorlar hayatımdan
Yürüdükleri yollarda arıyorum onları, sevdikleri kızların
gözlerinde
Kendi sularınca boğulan bir denizim ben
Kendi taşlarınca zaptedilen bir kale
Ahmet Erhan / u ç u r u m (1979)

Sen gittin gideli, herkesin terk ettiği bir şehirde kalan son kişi gibi geziniyorum sokaklarda.

Yanlış anlamanı istemem. Yürümeyi devrimci bir eylem gördüğümden veyahut ara sokakların birisinden senin çıkacağın ümidiyle yapmıyorum bunu. Gittiğini kabullendim. Daha doğrusu kabullenmek zorundaydım. Daha da doğrusu sen kilometrelerce uzaktayken ansızın bir yerden çıkacağın ümidini taşımanın ağırlığını kaldıramadım. Şimdi o üstten bakan halinle neden çıkıyorsun, yürüyorsun o zaman diye soracaksın. İnan bilmiyorum. Başlarda sadece ailemin dışarı çıkmama dair olan ısrarlarına karşı koyacak gücüm olmadığı için yaptım bunu. Onların acıma ve merhamet dolu gözlerinden kaçmak için. Hatta bir keresinde evin aşağısındaki bahçeden gelen çocuk seslerinden usanıp kendimi dışarıya attım. Sonraları bir alışkanlığa dönüştürdüm bu gezinmeleri, neden çıktığımı hiç sorgulamadım. İlk defa şimdi düşünüyorum bunun cevabını. Belki de seninle birlikte geçtiğimiz sokaklardan, parklardan geçmek, oturduğumuz okul banklarında oturmak, o anları ansımak iyi geliyor bana. Seninle geçirdiğimiz günleri en canlı haliyle tekrar yaşamak istiyorum. Belki de kendime yeni sokaklar, yeni hayatlar bakınıyorum. Kendimi bulmak istiyorum; kuytu bir sokakta veya bir bar köşesinde. Hiç tanımadığım saçları seyrelmiş bir amca, hanımeli kokulu bir teyze gelsin, bana kendimi göstersin istiyorum. Bir tarafına varoluş krizi bir tarafına da romantizm yüklüyorum sokaklardaki başıboş adımlarımın. Baksana, acaba sana yazabilecek bir şeyler bulabilmek için mi çıkıyorum dışarıya? Evin penceresinden bakarak kaç hikâyeye tanık olabilir ki insan? İnan, inan, inan bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var ki, o da tepemdeki güneşten ve Karanfil’deki kalabalığın uğultusundan bunaldığım. Tek istencim biraz bahar sakinliği, bir de soğuk bira.

İsteklerimi bulabileceğimi düşündüğüm tek yere, Konur’daki Tünel Bar’a doğru yürümeye başlıyorum. Çevrede bu denli çok polis olmasına ne kadar alıştığımı fark ediyorum birden. Sanki Kızılay’ın bir parçası haline gelmişler. Halbuki lise yıllarımda ne zaman bir polis kalabalığı geçse bir yerlerde eylem olup olmadığını arkadaşlarıma sorar, polislerin nereye gittiğini takip ederdim. Polisleri görenlerin bir kısmı benim gibi ne olduğunu merak edip etraflarında toplanırken bir kısmı ise onlardan uzaklaşırdı. Şimdi ise kimsenin fark etmediği birer anıt gibiler.

Sana geçenlerde şehirde değişen hiçbir şeyin olmadığından bahsetmiştim. Konur’daki değişim bile değişmemiş. Bir mekân açılıyor bir mekân kapanıyor. Bir kahvaltıcı yerini pilavcıya bırakıyor, bir pilavcı Hatay usulü dürümcüye. Brandalar, Konur’un erguvanları gibi sunuyor kendini sokaktan geçenlere. Bu brandaların arasından geçip, bana hep gizli bir geçidi andıran yerden Tünel’in bulunduğu binaya giriyorum. Tepedeki güneşe, adımlarımın sıcaklığına rağmen merdivenlerin soğuğunu duyumsuyorum. Bir şehrin hikâyesinin yansıması olan duvarların yanından ikinci kata çıkıyorum. Tünel kapalı. Öylece duruyorum kapının karşısında. Salaş tişörtünün üstüne giydiği kareli gömleğiyle, kirli sakallı birinin kapıyı açmasını bekliyorum. Onun yerine merdivenlerden hızlıca inen “Joe Strummer Was Born in Ankara” tişörtüyle, saçlarını sıcaktan topuz yapmış bir kadın geliyor. Yanımdan geçip merdivenlerden inerken bir anda duraklıyor ve bana doğru dönüp “Tünel’e geldiyseniz, taşındı onlar. Olgunlar’dalar.” diyor. Şaşkınlığımı saklayamadan teşekkür ediyorum. O, gittiği yere doğru aceleyle yol alırken ben öğrendiğim bu bilgiyi sindirmeye çalışıyorum. Yutkunuyorum, iğne iğne boğazımdan geçiyor yutkunmam. Bir dostun habersizce uzaklara gittiğini öğrendiğinde, geri dönmeyeceğini bildiğin birine AŞTİ’den el sallarken olduğu gibi. Yorgun ve ağır adımlarla merdivenlerden iniyorum. Konur’a adımımı attığımda bir yabancı gibi hissediyorum bu sefer.

Tünel’in Olgunlar’daki yerine gitmeyi istemiyorum. Hatta bilincinde olmadan ters yöne, Sakarya’ya doğru yöneliyorum. Bir barın taşınmasının, üstelik başka bir şehre de değil, iki sokak öteye taşınmasının bende yarattığı bu etkiyi düşünüyorum. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı hissi kaplıyor içimi. Bu gerçekle ilk defa bu kadar perdesiz ve doğrudan yüzleşiyorum. Evet, sen gittin gideli şehir hâlâ aynı fakat yaşadıklarımız da yaşadığımız yer de eskisi gibi değil, olmayacak da. Karanfil’de yanından geçenleri müzik kasetleriyle selamlayan Dost’un yerine Gratis açtılar. Bir zamanlar ellerindeki Dost poşetini içindeki kitapların resimlerine karışma arzusuyla taşıyarak, ailesiyle Hosta’ya giden hevesli çocukları bir simitçi bekliyor şimdi. Dershaneden kaçıp gittiğimiz o Tünel de yok. Sobasının sıcaklığı, içerisinin her mevsim süren sakinliği, sohbetleri dinginleştiren müziği yok. Biralarımızı içtikten sonra Karanfil pazarına karışıp pilav yiyemeyeceğiz belki de bir daha. Konur metronun çıkışında yanan ateş ile ısınmayacağız. O çok serseri görünen evcil yalnızlığımızda huzur bulmayacağız. Hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı hissi, ardımızda bıraktıklarımızın dayanılmaz sızısıyla geliyorum Sakarya’ya. Şehrin sahile açılan kıyısına.

Beni için için yiyen bu düşüncelerden kurtaran balık kokusu oluyor. Havanın sıcağına karışan balık ve anason kokularıyla deniz kenarı bir meyhanede gibi hissediyorum kendimi. Yine de balık kokusu bir süre sonra yüzümü buruşturuyor; kendimi tabelalarına bile bakmadan eski bir alışkanlıkla bir binaya atıyorum, en üst katındaki bara girip bir masa buluyorum kendime. Karşı binadaki dişçi ve falcı tabelalarına bakıyorum. Dişçiler ve falcıların hâlâ birbirlerine komşu olduğunu görünce şehirde aynı kalan bir şeyler görmenin hafif mutluğunu yaşıyor, tebessüm ediyorum. Bu mutluluğumu arka masadan gelen bir soru bölüyor. Hâlâ anlamıyorum bu şehirde ne bulduğunuzu, taşınsanıza işte bizim yanımıza. Denizi, ağacı, zeytinyağlısı daha ne istiyorsunuz canım? Soruyu duyunca sinirlenmiyorum, şehrimizi korumak gibi bir çabaya da girişmiyorum. Bu soruyu duymak alışılageldik bir şey artık fakat ne buluyoruz sahi bu şehirde? Sen, buralardan çok uzaktayken en çok neleri özledin? Ya da özledin mi? Bir keresinde iki aylığına İstanbul’a gitmiştim. Moda sahilinde arkadaşlarımla otururken “Ee nasıl alıştın mı, kalırsın artık burada” demişlerdi. Aniden irkilip “yok canım olmaz öyle şey Ankara’nın balkonlarını özledim ben” demiştim. Şaşırmışlardı. Ben de şaşırmıştım doğrusu. Böyle bir cevabı beklemiyordum kendimden. İçten içe bir balkon özlemim vardı fakat bunu dönmek için bir sebep olarak düşünmemiştim hiç. Arkadaşlarıma kendimi açıklama gibi bir girişimde bulunmamıştım. Balkonların bana ifade ettiklerinden, Ankara’daki güzelim balkonlardan bahsetmemiştim. Döndüğümde ise ilk işim eşyalarımı atıp balkona çıkmak olmuştu. Arkamdaki masada oturanlar da taşınma teklifini geçiştirip belki önümüzdeki sene diyorlar fakat bu şehirde onları tutanın ne olduğunu da, seneye taşınırlarsa geride ne bırakacaklarını da bilmiyorlar. Bu şehir, gençlik yıllarında okunmuş güzel bir kitap gibi onlar için. Neyi sevdiklerini bilmeseler de güzel ve sıcak bir hatırası, şefkatli bir güveni var. Çoğumuz için de öyle değil mi zaten?

Hesabı öderken arkada bir Vedat Sakman şarkısı çalıyor. Şimdi artık hiçbir şey eskisi gibi değil, bu sular durgun olmadı dedin gittin. Belki de yaşamının gözlerin kadar güzel olmasını dilerim. Şarkıyı duyduktan sonra hareketlerimi yavaşlatıyorum. Yorgun bir mavinin sarmaladığı gökyüzünün altında karıncalar gibi dolaşan insanları izliyorum biraz daha. Vedat Sakman’ın kabullenmiş ve biçare sesini içime dolduruyorum. Ilık bir rüzgâr yüzümü okşayınca kot ceketimi elime almaktan vazgeçip usulca giyiyorum. Nereye gideceğimi bilmeden çıkıyorum bardan. Terk edilmişlik ve hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı hissi beni Güvenpark’a getiriyor.

Seninle oturduğumuz banklardan birisine oturuyorum. Konuştuklarımız, sesin, gözlerin, kokun en canlı halleriyle yanımdalar. Senin  aksine. Gül satan bir çocuk beni umursamadan geçip köşedeki çiftin yanına gidiyor. Alelacele cebindeki kâğıt paralarla bir tane gül alıp  çocuğun uzaklaşmasını istiyor oğlan. Oğlan dememe bakma, benden büyük duruyor gayet, gülü sevgilisine vermeyip yanına koyuyor. Onları yalnız bırakmam gerektiğini düşünüp gözlerimi çeviriyorum. Az sonra baktığımda kadının dolmuşlara doğru yöneldiğini, oğlanın ise bankta iki büklüm oturduğunu görüyorum. Güvenpark’ta ayrılan bir çifte daha tanıklık etmenin haklı üzüntüsünü yaşıyorum. İki bank ötemdeki banka bir kadın oturuyor, bir sigara yakıyor. Koca parkta sadece üçümüzüz sanki. Bir de gül satan çocuk. Elinde termosuyla dolaşıp çay satmaya çalışanlar, iki iyi arkadaş gibi gezinen bekçiler dahi yok. Herkes dolmuşuna binip gitmiş. Bir süre sonra oğlan da elleriyle yüzünü ovuşturup kalkıyor banktan. Yılgın adımlarla tahminimce Kurtuluş’a doğru yürümeye başlıyor. Yürümek değil de, adımlarını sürüklüyor demek daha doğru olur. Kadın da sigarasını söndürüp çöpe attıktan sonra yukarıya, Kuğulu’ya doğru gidiyor. Etrafta kimseler gözükmüyor artık. Bir başıma kalıyorum koca parkta. Koca şehirde. Kırgın, kabullenmiş ve yapayalnız bir şekilde bankımda oturmaya devam ediyorum.

Terk edilmiş bir şehir gibi.

Mustafa Anıl Topal
Mayıs 2021

Kapak görseli: Çağlar Oskay


Serinin önceki yazısı: Gittin Gideli | Güneşli Bank

Artnova

Paylaş:

İlginizi Çekebilir