Kopmak, bağlanmak kadar doğal değil mi?
Bilge Karasu /Altı Ay Bir Güz
Sen gittin gideli, döndüğün günün hayalini kurarak geziyorum Ankara’nın limonlu kolonya kokan sokaklarında. İçimin çorak topraklarında bir avuntudur büyütüyorum, yeşermek için.
Botanik Park’ın kocaman çöpüne bakan -bir keresinde başıboş parkta dolaşırken dört-beş yaşlarında bir çocuk annesine bu çöpün içindekiler akşam canlanıyor mu, burada yaşayan var mı gibi sorular sormuş, bu soruları ben de sana merakla getirmiştim- ağaçların arasında bir bankta oturuyorum. İsmini bilmediğim otlar, nerden geldiğini anlamadığım köpek sesleri var. Otlara baktıkça kendimi annemin yaptığı yumurta salatalarının arasındaymış gibi hissediyorum. Dürüst olayım biraz da hasret duyuyorum. Şu geldiğimiz yere bakar mısın, hafta sonları “yine mi yumurtalı salata, zaten her gün yumurta yiyoruz” dediğimiz günlerden Botanik’te yumurtalı salataya hasret duyduğumuz günlere, kim düşünebilirdi. Belki şu kambur duruşuyla, plaza mavisi gömleği giyen kızına tutunarak yürüyen teyze. Yaşlılığına yüklediğim bir bilgelikten söylemiyorum bunu, yanlış anlamanı istemem. Az önce kızına “semizotu su ister” dediğini duydum, yumurtalı salatayı seveceğini düşündüm. Öyle ya benim annem de severdi semizotunu, olur olmadık yerlerden poşet dolusu toplayıp çıkagelirdi eve.
“Botanik’in içinde oturacak başka bir bank mı bulamadın?” diyeceksin. Buldum, Botanik’in her tarafı bank dolu zaten, biliyorsun. Merdivenleri inip çıkmak istemeyenler için yukarıdaki banklar, Atakule’den kahvesini, yiyeceğini alıp oturmak isteyenler için Atakule’ye yakın banklar, girişte çocuk parkını görünce bir heves ellerini bırakıp parka koşan çocuklarını bekleyen ebeveynler için çocuk parkına yakın banklar, Behzat Ç. izledikten sonra kafesi görmek ve sevdikleri Behzat Ç. replikleri ile sosyal medyaya fotoğraf atmak isteyenler için kafese yakın banklar, sabah kahvaltısından sonra balkonda çaylarını içerken “bugün hava çok güzel hadi pikniğe gidelim” diyen aileler ve çağırdıkları arkadaşları için piknik yapma bankları, başlar omuzlarda, eller ellerde Botanik’te romantik bir gün geçirmek isteyen çiftler için göletin çevresindeki banklar. Son olarak bir başına oturan ve yumurta salatalarından bahseden insanlar için ağaçların arasında kocaman bir çöp manzaralı bank. Bu bank, parka giren çıkan insanları rahatça görebilmek, başkalarının yadırgayıcı bakışlardan uzak hayaller kurabilmek için bilerek oraya koyulmuş sanki. Ben de şimdi elim çenemde, yorgun fakat umutlu bakışlarla parka girenlere bakıyor, içlerinden birinin sen olmanı ümit ediyorum. Öyle ya, hayat rastlantılarla, Ankara’mızın parkları hiç umulmadık zamanlarda tanıdık birini görmelerle dolu.
Şimdi beliriverse yüzün ağaçların ardında. Gözlerin, o çok sevdiğin, oralarda özlediğin -sen Ankara parklarını düşünmeden duramazsın, bilirim- Botanik’e heyecanla baksa, ilk defa Gençlik Parkı’na gelmiş, o koca aletleri görmüş bir çocuk gibi hevesle seyretsen etrafı, ayakların koşup bir ağaca, bir banka sarılmak istese de çevredekilerden utanıp küçük, ürkek adımlarla yürümeye devam etsen, bir ağaca sarılmak yerine bir yaprağı okşasan şefkatle, gözlerini kapayıp duyumsasan o güzelim kokusunu şehrin, parkın tüm seslerini işitip kalabalık hissetsen. Ben senin mutluluğunu bölmekten çekinip sadece izlesem seni. Sanki saatlerdir burada senin gelmeni beklemiyormuşum gibi hayatın rastlantılarına hayret etsem, bunu bir işaret, bir büyü, bir tansı gibi düşünüp ikimizin geleceği hakkında umutlansam. Kavuşmamız için doğanın ve Ankara parklarının bir işareti. Sen parkın her köşesine bakarken kafanı çevirip yukarıda beni görsen, göz göze gelsek. İlk görüşte tanıyamasan beni, emin olmak için gözlerini kısarak baksan. Sonra ben sana tebessüm edince anlasan benim olduğumu, ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemesen. İçinde dalga dalga bir şeyler olsa da sen bunun sevgiden mi yoksa yanlış ifade takınmaya duyduğun korkudan mı olduğuna karar veremesen. Ben ayağa kalktıktan sonra küçük adımlarla bana doğru yürümeye başlasan, otların arasından.
Parka girip çıkanlara bakıp çöpe atılan şişelerin seslerini dinlerken bir kedi yanaşıyor yanıma. Pembe burunlu, göbekli, beton grisi bir kedi. Yorgun bir bakışı var. Elimi uzatıyorum gelmesi için. Sanki yıllardır tanıdığı bir elmiş gibi hiç yadırgamadan patisini uzatıyor o da bana. Biraz boynunu okşadıktan sonra kucağıma alıyorum. Hiç yabancılık çekmiyor, kaçmaya çalışmıyor. Ne yalan söyleyeyim, bu uysallığına şaşırmıyorum. Sakince uzatılan bir eli geri çeviren bir Ankara kedisine çok sık rastladığımı hatırlamıyorum. Bu uysal kediyi kucağımda severken göz göze geliyoruz, o an sana geçenlerde sorduğum soru geliyor aklıma: Neden gri diyorlar bizim şehrimize?
Bana kalırsa uysal bir grilik var bu şehrin üstünde. Kedisinde, serserisinde, öğrencisinde, aşığında, köpeklerinde, parklarında. Verilen eli geri çeviremeyen, başkalarına uyum sağlamak, başkalarını kırmamak için kendinden veren bir şehir. Misal, kırmızı, şehvetli aşkları yok bu şehrin. Günün sonunda yurt dışına, başka şehirlere uğurladığı sevgilisiyle uzaktan sürdürmeye çalıştığı uysal aşkları var. Bir ayrılığı sindirmeye çalışan, tek bir söz söylemeden kabullenerek hayatına devam etmeye çalışan yalnızları. Uzatılan ele gelen, koyulan mamayı ayırt etmeyen kedileri var. Sabahın altısında üstünde yamalı gri ceketi, içinde mavi gömleği, sevmese bile ekmek parası deyip şikâyet etmeden işe giden işçisi var. Geldiği köyden, ilçeden büyük olan üniversite kampüsüne uyum sağlamaya, misafirlikte tanışan çocuklar gibi çekingen ama heyecanlı şekilde yıllar sonra ayrılmak istemeyeceği şehri tanımaya çalışan öğrencisi var. Siyah-beyaz karar vermektense orta yolu bulmaya çalışan gri bürokratları var. Bir grilik var bu şehrin üstünde, uysal bir grilik.
Kediyi biraz daha sevip yere bıraktıktan sonra ben de kalkıyorum banktan. Hava usulca kızıla çalarken biraz Kuğulu’da oturup geceyi Tunalı’da geçirmek istiyorum. Parkın yukarısına doğru yürürken bir gelinle damat çıkıyor karşıma.
Şimdi akşam ayazı çıkınca üşüdüğünden üstüne bir şal almış çıksan karşıma. Gölete doğru yürüyor olsan. Beni fark etmesen henüz. Ben kızsam kendime, kalkacak zamanı mı buldun desem, ama bir yandan da karşılaştığımıza göre doğru zamanda kalktığımı düşünsem. Bunca saat bekleyip şimdi karşıma çıkınca afallasam, hazırlıksız yakalansam. Sen gelinle damadın ötesinde beni görsen. Dursan bir anda. İkimiz de kararsız bakışlarla birbirimize baksak. Ne yapacağımızı bilmediğimiz için dursak bile aslında bunu gelin ve damadın fotoğrafını bozmamak için yaptığımızı düşünsek. Fotoğrafçı çektiği fotoğrafı göstermek için geline doğru yürürken bizim de düşünecek zamanımız tükense, birbirimize doğru yürüsek.
Cinnah’tan Kuğulu’ya doğru yürümeye başlıyorum. Ellerinde dondurmasıyla Atakule’ye doğru yürüyen çiftler, işten döndüğü buruşuk gömleklerinden ve yavaş hareketlerinden belli insanlar, yokuşu çıkarken iki büklüm olan vücutlar var karşımda. İnsan izlemekten sıkılmış olmaktan olsa gerek binaları izleyerek yürüyorum. Yıllarca gelecekte oturmanın hayalini kurduğumuz evlere bakıyorum. Kiminin balkonunu beğenmiyorum, kimine camları küçük diyorum. Beğendiğim evlere ise, dürüst olayım biraz hasetle bakıyorum. Dalgın halimi anlayışla karşılayan insanlar çarpmadan yanımdan geçiyor, böylelikle daha dikkatli bir şekilde inceleyebiliyorum evleri. Cinnah diyorum kendi kendime. Söylerken bir kıvanç duyuyorum. Cinnah. Cinnah. Cinnah.
Balkonlardan birinde seni görsem şimdi. Bacak bacak üstüne atmışsın, kolunu balkonun demirliklerine yaslamış keyifle çay içiyorsun. Zannedersem ada çayı. Karşındakine biraz pişmanlık ve şaşkınlıkla bir şeyler anlatıyorsun, oralarda yaşadığın kötü bir olayı büyük ihtimalle. Mutlusun, Cinnah’ta, o imrenerek baktığın evlerden birinde oturup -üstelik balkonu da bir hayli güzel- arkadaşlarınla konuşmak iyi gelmiş. Bense taksiye binmek yerine yürümeye karar verdiğim için kendimle gurur duyuyorum. Bir hikâyenin oluşumunu sağlayan bir karaktermişim -yazar demiyorum dikkatini çekerim- gibi hissediyorum. Arkadaşın sigarasını yakarken sen de balkondan aşağıya bakıyorsun. Caddeden geçen insanlara. O sırada aşağıda sana doğru bakan bir yüz görüyorsun. Anlam veremiyorsun. Birisinin neden sizin balkonunuza baktığına değil, benim burada ne işim olduğuna.
Kuğulu’ya geliyorum. Uzaklardan bir yerden saksafon sesleri geliyor. Bir de renkli balonlar görüyorum çocukların ellerinde. Evimin kapısını açıp girer gibi giriyorum parka. Evde kimsenin olup olmadığını kontrol edermiş gibi aşina yüzler arıyorum. Saçlarına yeni maşa yaptıran Ayla Ablayı -arkadaşlarıyla konuşurken duydum ismini, tanıştığımdan değil- görüyorum. Köpeğinin peşinden bir o tarafa bir bu tarafa koşturuyor. Kendime boş bir bank bakınıyorum.
İşte oradasın. Güneşli bankta. Ihlamur yeşili kaşkollu hanımefendinin oturduğu yerde. Öylece kuğulara bakıyorsun. Benim gözlerim doluyor. İçimden yaşanmışlıkların ağırlığı kalkıp yaşanacakların ümidi doluyor sanki. Güneşli bankta oturduğundan değil. Birini, bir işareti bekleyen bir tavrın olduğundan. O güneşli banka bilerek, isteyerek oturma ihtimalinden. İçime dolan ümitle birlikte sana doğru yürümeye başlıyorum. Yanına oturmayı düşünüyorum ama ne diyeceğime ne yapacağıma dair hiçbir fikrim yok. Sarılacak mıyım? Hoş geldin mi diyeceğim? Seni çok özledim? İyi ki geldin? Kuğulardan başını çevirip sana doğru geldiğimi görüyorsun bir an…
Ihlamur yeşili kaşkollu hanımefendinin oturduğu banka suratımda sıcak bir tebessümle oturuyorum. Seni hayal ediyorum, geldiğin günü. Sonu mutlu hayaller kurmaktan kaçınıyorum. Çocukluktan beri mutlu sonlu hayaller kurmaktan korkuyorum. Sanki o hayalleri kurarsam yaşanma ihtimali kalmayacak gibi geliyor. Hayat bize beklemediğimiz, hayalini kurmadığımız yaşantılar sunacak. Sanki sen dönmeyeceksin. Dönsen de bizi farklı yollar bekleyecek. Fakat şimdi ayrılmanın da doğal olduğunu ve her ayrılıktan sonra vuslatın olması gerekmediğini uysal bir kedi gibi kabulleniyorum. Birlikte olduğumuz hayallerin avuntusuyla kuğuları izliyorum.
Kuğulardan başını çevirip sana doğru geldiğimi görüyorsun bir an, beklediği kişiyi görmenin mutluluğuyla gülüyor gözlerin.
Mustafa Anıl Topal
Ağustos 2021
Kapak görseli: Ankara Büyükşehir Belediyesi
Serinin önceki yazısı: Gittin Gideli II | Terk Edilmiş Şehir