Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Maruz Yürümek: Uygun Adım

XPzone Infinia
Okuma Modu

Ankara yürüyüşlerimin ilk aşamasını 12.12.2012 gibi akılda kalıcı ve üzerine birçok geyik muhabbetinin döndürüldüğü bir tarihte başlayan ve 17.05.2013’te -ne mutlu ki Gezi Parkı olaylarından hemen önce- sonlanan askerlik sürecim oluşturuyor. Askerlik öncesinde Ankara benim için vakıf olmadığım, bilinçsiz bir şekilde eleştirdiğim, 3-5 kez çok kısa sürelerle bulunduğum ve merakımı cezbetmeyen bir kentti. Şan ve şerefle dolu olmayan 155 günde de bu değişmediği gibi olumsuz hislerim artış gösterdi. Askerliğimi yürüyüş odaklı bir yazı dizisinin parçası yapan ise tüm o süreçte en çok yaptığım şeyin yürümek olması. Dışarıdan bakıldığında yalnızca emir-komuta zinciri içerisinde gerçekleşmiş algısını doğurabilecekse de aslında bu yürüyüşler hayli çeşitli olup değişik sebeplerden kaynaklanıyordu. İz bırakan ve insanlara anlattığım anılarımın çoğu da bu yürüyüşler esnasında birikmişti.

Etimesgut’taki Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı, “görüldüklerine” dair damga taşıyacak mektuplarımızın adres bölümünün tepesinde yer alıyordu. “Dünyanın en büyük ikinci tümeni” efsanesi daha nizamiye girişinde dillerdeydi. Yaşayacaklarımız az çok belliydi artık, yürüyecektik.

15-20 gün kadar süren acemi eğitiminin her anı yürüyerek geçti. Çünkü üst düzey komutanlar, devlet ileri gelenleri ve aileler gibi büyük bir kitlenin katılımıyla gerçekleşecek yemin töreninde yapacağımız geçit kusursuz olmalıydı. Yüz civarı askerin tek bir askermiş gibi senkronize bir performans ortaya koyması gerekiyordu. Kusursuz yürümenin tek yolu da sabah akşam yürümekti. Bu noktada, yürümenin birçok insan için büyük bir fiziksel güçlük olduğunu, yürümekten kaytarmak için uydurdukları sağlık sorunu yalanlarını görmek beni şaşırtıyordu. Acemilik, insana görev ve sorumluluk yüklenmeyen, emirleri bir robot gibi yerine getirdiğiniz takdirde başınız ağrımadan atlattığınız sorunsuz bir dönemdir genelde. Esas askerlik ise usta birliğinde başlar. İnsanların hayatın normal akışında bir kilometre dahi yürümemek için vasıtaya binmesine anlam veremeyen biri olarak bu kaçışlara da o günlerde anlam verememiştim. Yemin töreni günü gelip çattığında, tek sorumluluğumuzun yürümek olduğu günlerimizin sonuna geldiğimizi biliyorduk. Yürüyüşlerimizin çeşitleneceği dönem başlıyordu.

Aynı tümende başlayan ustalık dönemimde nihayet birliğin dışında çıkabiliyor, çarşı izinlerimizi kullanabiliyorduk. İlk çarşı iznimizde Ankara’nın çeşitli bölgelerinden binlerce asker otobüslerden aynı anda Kızılay sokaklarına salınmıştık ve her gün yan yana olduğum insanların dersine, kursuna, işine giden kadınlara yönelik seslice ifade ettikleri cümleleri duyunca utançla yürümeyi keşfetmiş, oradan uzaklaşmıştım. Acemilikte öğretilenin aksine bu kez başım öndeydi.

İnsanın bütün hafta yürüdükten sonra hayatın merkezinde de bulunsa pek yürüyesi gelmiyor açıkçası. O dönemde cazip -biraz da gerekli- olan, bir internet kafede 6-7 saat boyunca monitöre bakmak ve uzak kalınan Türkiye gündemine hâkim olmak idi. Yine de bir şekilde insan kendini yürürken buluyordu çeşitli işlerini halledebilmek için. Askerlik, kendi adıma kentin fiziksel dokusu ve çevre karşısında fazlasıyla hissizleştiğim, odağımın daha ziyade insanlara kaydığı bir dönemdi. Dolayısıyla o dönemde Kızılay çevresinde gördüklerime dair hatırladıklarım sınırlı. Sık gördüğüm ve İstanbul’dan çok da alışık olmadığım üst geçitler, Behzat Ç. kovalamaca sahnelerinden hatırladıklarım gibi ufak detaylar dışında her şey puslu. Çarşı izinleri içerisinde en çok aklımda kalmış olan yürüyüşüm, Cem Yılmaz’ın o dönemde vizyona girmiş olan ve görmeyi çok istediğim “CM101MMXI Fundamentals” performansını izlemek için insanların sinema önlerinde kuyruğa girdiğini ve benim ise vakitsizlikten bu şansa sahip olmayışım nedeniyle birliğe gitmek üzere otobüslere sinirle ve koşar adım yönelmemdi. Sivil hayata dahil olmamanın, istediğini istediğin anda yapamayacak olmanın acısını ilk kez o anda hissetmiştim güçlü bir şekilde. Sonraları, çarşı izinlerinin bu üzücü yanını azaltmak için Kızılay yerine, sosyalliği hiçbir şekilde hissettiremediği için insanı zinhar üzemeyecek olan Etimesgut ve Sincan’da vakit geçirme taktiğimiz işe yaramıştı; birliğe dönerken arkamızda bir hayat bırakmış gibi hissetmiyorduk.

Ankara soğuktu. Tir tir titreyen İstanbullular için böyleydi elbette bu. Onlara gülerek bakan Erzurumlu arkadaşımız için ılık esintilerden ibaretti Etimesgut tepeleri. Soğuk hava kendisini en çok gece nöbetlerinde hissettirirdi. Tutunacak dal ise belliydi: yürümek. Donmamak için tek çare 2 saat boyunca bir sağa bir sola yürümek idi. Sosyal medyada maalesef sık sık önümüze düşen, daracık alanlara hapsedilmiş hayvanların travmatik şekilde aynı döngüde koşup durması gibi ben de aynı hatta yürüyüp duruyordum.

Günün her saati, bir şekilde ve bir sebepten yürürken buluyorduk kendimizi. Asker boş durmasın diye uydurulan işler için yürünürdü. İçtima alanına gitmek için yürünürdü. Yemeğe gitmek için yürünürdü. Nizamiyeye gitmek için yürünürdü. Nöbete gitmek için yürünürdü. Kantine gitmek için yürünürdü. Yazıhanedeki bilgisayardan yollanan belgenin çıktısını almak için 50 metre uzaklıktaki yazıcıya günde yüz defa yürünürdü. Kimi yürümeye öyle bağlıydı ki uykusunda da devam ettirirdi bu eylemi.

Yürümek, bir kaçış ve unutma eylemiydi bazen. Bir bahane üretip yazıhaneler katının gergin ve hiyerarşik çiğliklerle dolu ortamından yarım saatliğine sıyrılarak keskin bir ayazda 3-4 kilometre yürümek müthiş bir terapi yöntemiydi örneğin. Askerleri nöbete götürecek kimse olmadığında devriye kolluğunu takıp bu göreve kendini atamak, böylece arazide selam verecek kimse olmadan, görev ve sorumluluktan uzak bir şekilde 15 dakika yürümek adeta bir dopingdi. En güzel yürüyüşler ise nizamiyeden gelen “Ziyaretçiniz var” bildirimi sonrası merakla yapılan yürüyüşlerdi. Merak duygusu öyle güçlü olurdu ki komutanların omuzlara yüklediği angarya iş yığınından kaçmak için adımları yavaşlatıp izin süresini uzatma isteğini dahi bastırırdı.

Yürümek, çeşitlilik arz ederdi. Kimi zaman, uzak bir garajda nöbet tutmakta olan arkadaşımıza sefertasında götüreceğimiz bir yemek için tepeler aşmamız gereken bir yürüyüşü yapmamız gerekirdi. Bir gün bu görev, uzun dönem arkadaşlarımızdan Hasan ile bana verilmişti. Hasan, devrelerinden yaşça büyüktü; benimle ise yaşıttı. Bölüğe yeni gelmişti ve henüz detaylı tanışmamıştık. Yola çıktığımızda bana ismimle hitap etmemiş, ismimin arkasına “Hoca” kelimesini eklemişti. Devrelerinin aksine “Abi” dese olmazdı, yaşıttık. İsmimle hitap etmeyi ise belli ki kendince göz önünde bulundurduğu hiyerarşi nedeniyle ayıp karşılayabileceğim düşüncesiyle tercih etmemişti. Yine de yürüyüşün başlangıcındaki mesafenin bitişte olabildiğince azalmış olduğu, verimli ve duygu geçişi olan, hitap detayı nedeniyle beni bir tutam kötü hissettiren, ancak güzel bir muhabbetle taçlanan, fazlasıyla akılda kalıcı bir yürüyüştü. Terhisten aylar sonra Facebook’ta gördüğüm bir paylaşımda Hasan’ın ekmek parası için yolda olduğu esnada bir trafik kazasında öldüğü haberini aldım. Tek yürümeyi seven insanların bir başkasıyla yürürken ortaya çıkan derin duygu paylaşımından ve anı birikiminden uzak kaldığı gerçeğini o günden sonra unutmamak üzere kafama kazıdım.

İlk ve en uzun soluklu Ankara maceram dozunu aşmış bir bıkkınlık ve yoğun bir İstanbul özlemiyle sona ermişti. Sonraki yıllarda hayat yolumda çizdiğim yeni rotalar, askerliğin sonrasında bile bir süre boyunca cahili olduğum Ankara’ya başka bir gözle bakmamı sağladı. Ankara’nın en güzel yanı, sonradan kazanılan farkındalıkla birlikte heyecanla keşfedilmesi ve insana hayatta daha öğreneceği çok şey olduğunu hissettirmesiydi. Sonrası, öğrendiklerimi ve artan farkındalığımı yürüyerek pekiştirmekti. Ve yürüdüm,


Kapak görseli: Can Bulubay

Serinin flanör ve yürümek kavramlarının ele alındığı ilk yazısı: Maruz Yürümek.

Paylaş:

İlginizi Çekebilir