Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Maruz Yürümek

XPzone Infinia
Okuma Modu

“Yürümek hem bir araç hem de bir amaç, hem yolculuk hem de varış noktasıdır” [1].

Yürümeyi merkeze alan kitaplar, yazılar ve söylemler son yıllarda giderek yoğunlaşmış durumda. Bunda flanör kelimesine duyulan sempatinin rolünün büyük olduğu kanaatindeyim. ‘Kelime’ ifadesini kullanmış ve ‘kavram’ demekten kaçınmış olmam, flanör kelimesinin işaret ettiği anlamlardan ziyade söylenişinin ve işitilmesinin insanlarda ilginç bir şekilde olumlu hisler yaratmasını düşünmemden ileri geliyor. Aynı anlamlar flanör yerine başka bir kelimeyle ifade edilseydi, bugün aynı olguyu işaret eden o kelimenin de tıpkı flanör ölçüsünde bir popülerlikle gündemimizde yer alacağına kendimi ikna edemiyorum.

Flanörlük kavramına ilişkin kuşkusuz birçok derin ve nitelikli metin mevcut. Ancak kavramı bağlamından koparan, başka bir açıdan bakacak olursak aslında o bağlamın da kendi içerisinde sorunlar barındırdığını düşündüren kullanımlar da çoğalarak dikkati celbetmekte. Yürümeyi seven, yürümeye ihtiyaç duyan, yürüyünce kendini tamamladığını düşünen ya da en sade ifadeyle yürüyen ve yürümeye devam edecek olan biri olarak ben, flanör kavramının sündürüldüğünü düşündüğüm bir yörüngeden yavaş yavaş uzaklaşarak kavramın yürüyüş olgusuna zarar verdiğini ve onu sınırlandıran bir dinamiğe kavuşturulduğunu düşündüğüm bir yörüngeye yaklaştım. Flanörlüğe ilişkin yazılanların ve kavrama yüklenen anlamların eksik, sakat ve yersiz olduğunu düşünmekten, flanörlüğün ne kadar mümkün olduğu, kavramın yoğunlaşan bir ısrarla kullanımının doğru olup olmadığı gibi soru işaretleriyle karışan bir zihne geçiş… Özetle, okumakta olduğunuz satırları yaratan, bir düşünce değişimi sürecinin yansımalarıdır.

Her ne kadar konuyu flanörlük ekseninden uzaklaştıracaksak dahi yine de kavramın kökeninden ilk kullanımlarına, değişen anlamlarından günümüz yorumlarına uzanacak şekilde, detaya fazla girmeden de olsa ışık tutmak elzem. İlk olarak 1585 yılında kullanılan ve İskandinav dillerine özgü bir ifade olan, “amaçsızca gezinen insan” anlamına gelen flana kelimesinden ödünç alındığı düşünülen bir kelime olan flanörün cinsiyete kavuşması, erkeğe özgü bir sıfat olarak kullanılması 19. yüzyılın başlarına tekabül etmektedir [2]. Flanörü ele alışlar ve yorumlamalar zaman içinde farklılıklar göstermiştir. Walter Benjamin’in, “rüzgârın esintisine bıraktığı kağıt parçasının izini süren” ve avareliği, sezgilerini iyi kullanışı ile bilinen flanörü; Edgar Allen Poe’nun, Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan kontrol ve denetim ortamında burjuva sınıfının içinden doğan bir başkaldırının sembolü olan ve dedektiflik öykülerinde kendini gösteren flanörü [3]; Baudelaire’in aylaklık ve avarelik temeline oturtarak kullandığı flanörü [4] gibi bugün de sıkça atıf yapılan ve yorumlanan flanör tipleri mevcuttur.

Kentlerin, özelde ise Paris’in 19. yüzyılın sonlarına doğru değişmeye başlaması, pasajların ve dar sokakların geniş bulvarlarla kesilmesiyle birlikte flanörün de bu değişime uyum sağlaması ve bir anlamda kılık değiştirmesi söz konusudur [5]. Bu değişimler günümüze dek bir şekilde sürmüş ve buna bağlı olarak konuyla ilgilenen kişilerin flanörlüğe atfettikleri işlev ve değerler de farklılıklar göstermiştir. Frédéric Gros’a göre flaneur, anonimliği ve saklanmayı aramaktadır. Bunu yaparken bedeni yavaş hareket etmekte iken gözleri ise fıldır fıldırdır ve zihni de aynı anda binlerce şeyle meşguldür [6]. Hüseyin Köse, çizilen flanör tiplemelerini özetlerken onun her şeyden önce bir “yürüyen düşünce” olarak görüldüğünü, zaman ve mekân içinde devinen ve devindikçe yenilenen bilincin “yol görgüsü” edinmiş bir deneyim repertuarı olduğunu ifade etmiştir [7].

Flanörlük ile alakalı başka bir yorum ise kavramın yalnızca erkeklere özgü olarak kabul edilmesine yöneliktir. Lauren Elkin, kendi araştırmalarında, geçmişte dişi flanör fikrinin çoğunlukla yok sayıldığını tespit ettiğini belirtmiş; flanöz kelimesini türetmenin söz konusu dahi olmadığı, 19. yüzyıldaki cinsiyetçi ayrımlar sebebiyle zaten dişi flanörlüğün imkânsız hâle getirildiği, tipik eril figürün dengi bir dişi flanör var olamayacağı, flanörlüğün sağladığı olanaklar ve faaliyetlerin ezici bir çoğunlukla kentsoylu erkeklere has ayrıcalıklar olduğu yönünde yorum ve eleştirilerle karşılaştığını söylemiştir [8]. Elkin, bu duruma itirazla, kadınların onlara göre olmayan sokaklarda yürüyerek güçlendikleri yerlerin şehir merkezleri olduğunu belirterek flanözlüğü itaatsizlikle birlikte ele almış ve erkeklerin hiç tepki görmeden yürüdüğü yerlerde yürümenin itaatsizlik olduğunu, bunu yapmak için de kapıdan dışarı çıkmanın yeterli olduğunu dile getirmiştir [9]. Bu yazı serisinde okuyacaklarınız da kentte yürürken erkek olmanın avantajlarının ister istemez kullanıldığı yaşanmışlıklar ve rotalar üzerinden gelişecektir kuşkusuz. Ancak, kadınların kentte yürürken ve daha birçok sosyalleşme alanına katılımlarında çektikleri sıkıntıların farkında olunarak ve ilgili yazına dair belli ölçüde okumalar yapılmış olarak yazılmış cümleler olacağının da olası değerlendirmelerde göz önünde bulundurulmasının sağlıklı olacağı düşünülmektedir.

Flanörlük kavramının sınırlandırıcı yapısından uzaklaşarak “yürümek” olgusuna odaklanan söylemler de yaygındır. Ancak yine de eylemin kendisine yüklenen anlam ve kutsiyette pek de bir azalma görülmemektedir. Öyle ki yürümenin ne anlam ifade ettiğine veya etmesi gerektiğine, neler hissettirdiğine, ne olduğuna yönelik kesin bir dille ifade edilmiş cümleler mevcuttur. Örneğin David Le Breton’a göre yürüyüş, dünyaya açılmadır ve yaşama dair mutlu duygularla insanı onarır; insanın kendi içinde yoğunlaşmasını sağlar [10]. Yürüyen insanın bedeniyle kent arasında bir ilişki kuran yazar, bu ilişkiyi bedensel bir deneyim olarak görmekte ve duyuların sürekli olarak devrede olduğunu belirtmektedir [11]. Elkin ise kendisine “Neden yürüyorum?” diye sormuş ve cevabını en basit şekilde “Çünkü hoşuma gidiyor” diyerek vermiş, ayrıca yürümenin durağanlık imkânının varlığını hatırlattığına da dikkat çekmiştir [12]. Spinoza’dan alıntılanan ve çok sık şekilde karşılaştığımız “Yürümek düşünmektir” cümlesi ise aslında şahsen karşısında durduğum kutsiyet atfedici ve sınırlandırıcı tutumun en bilindik tezahürlerindendir.

Yürümenin zihin açıcı, rahatlatıcı, düşünmeyi kolaylaştırıcı bir etkisi var olabilmektedir. Ancak her zaman var mıdır? İnsan sadece bunlar için mi yürüyüşe çıkar? Veya insan yürüyüşe mi çıkar? İnsan kendini bir anda yürürken bulamaz mı? Yürümek illa planlı ve kararlı bir farkındalık ile gerçekleşen bir hadise midir? İşaret edilebilecek her alıntı ve yorumun karşıt bir soru sordurabildiği bir eylemdir yürüyüş benim için. Gros, yürümenin endişelerin ağırlığını hafiflettiğini, işleri bir süreliğine unutmayı sağladığını, erteleme özgürlüğü sunduğunu söyler [13]. Yürümenin düşünmeyi sağlayabildiği gibi düşünmemeyi de sağlayabildiği bir zıtlık durumu hemen kendini gösterebilmektedir kısıtlı sayıdaki yürüyüş yorumunda dahi.

Yürümeye dair bir sorgulamadan ibaret olan bu kısa yazının sonlarına doğru gelirken belirtmem gereken öncelikli durum, kısa alıntılarını derleyerek atıflar yaptığım yazarların bu cümlelerine bazen katılmamam, bazense katılmamdır. Veya bir yazarın bir sayfada ortaya koyduğu tespite katılmazken bir sonraki sayfada okuduğum cümleleri kalbime dokunabilmektedir. Her yürüyüşümün farklı hissettirdiği, yürümek kavramına ilişkin hislerimin farklılaşabildiği bir durumda bu bahsettiğim savrulmalar da bir noktadan sonra bana normal gelmeye başladı. İddialı cümleler kurma sırasını kullanacak olursam, yürümenin “maruz kalmak” olduğunu söyleyebilirim. İnsanın önce kendisine, sonra kendisinden fırsat kalırsa çevresindeki uyaranlara maruz kaldığı bir hareketlilik ve değişim hâli… Hiçbir yürüyüş bir öncekiyle aynı olamaz. Hayatın durmaksızın aktığı bir ortamda kişi durmaksızın değişirken, kent durmaksızın değişirken yürümeye ilişkin kurulan hangi cümlenin sürekli bir geçerlilik arz etmesi beklenebilir ki? İşte tam da bu noktada, biraz yukarıda kesin ifadeleri nedeniyle eleştirel yaklaşmış olduğum Le Breton’dan bu kez beğeniyle karşıladığım bir alıntıyı paylaşmak tüm bu çelişkili ve değişken durumu kanıtlaması bakımından manidardır: “İzlenen yol yürüyüşçünün duygusal durumuna göre asla aynı mesafede ya da aynı manzarada olmaz. Yorgunluk derecesi, ivedilik, yürüyüşe elverişli olup olmamak, yürünen güzergâhı elverişli ya da elverişsiz hâle getirebilir. Nesnellik her zaman yaşanan anın atmosferinden süzülür, bedenin bu işi sahiplenmesi ya da sahiplenmemesiyle ilgilidir, asla katıksız bir fizyoloji değildir, bir psikoloji, daha doğrusu duygusal bir coğrafyadır” [14]. Belki de değildir?

Kente bir insan rolü yükleyen Thierry Paquot, onun organlarla çalışan bir beden olduğunu; gücünü yitiren, dinlenen, sonra harekete geçen ve büyük sıçramalar gerçekleştiren canlı bir organizma olduğunu; terlediğini, hıçkırdığını, ağladığını, salyasının aktığını, kan kaybettiğini, öldüğünü belirtir [15]. Bundan hareketle de kentin her ayrı saatte, her ayrı günde, her ayrı mevsimde farklılıklar arz ettiğini; gardırobunda binlerce giysinin olduğunu ve çekiciliğini iyi kullanarak sürekli kılık değiştirdiğini söyler [16]. Bu nedenle iki hayat dolu varlık olan kent ve insanın her kesişim anının birbirinden farklı olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu yazının girişi teşkil edeceği serinin diğer yazılarında flanörlük kavramına bir kutsiyet atfetmeyen; flanörlüğün yürüyüşleri ilginç şeyler yakalama kaygısı ve arzusuyla güdümlü bir hâle getirdiğini, kişiyi avcılaştırdığını, kendi algısını manipüle ettiğini, kendi doğallığına darbe vurduğunu düşünen; tüm yürüyüşlerin flanörlük kapsamına sokulmasına gönlü razı gelmeyen; yürüyüşlerin flanör kelimesinden uzak kalınarak ele alındığında da onlara kutsiyet atfetme hatasına düşülebildiğini gören birinin satırlarını okuyacaksınız. Bu satırlar, Ankara’nın çekirdeği odakta olmak üzere yer yer yeni şehre de uzanan güzergâhlardan oluşacak. Her kent gibi Ankara da -yazının anlatmak istediği üzere- değişik şekillerde yürünebilir ve insanlara en zıt yorumları yaptırabilir. İstanbul’un çekirdeği olan Suriçi -Tarihî Yarımada- bölgesinde yürüyerek nefes almakta olan birinin Ankara turları ve bu turlardaki gözlemlerini İstanbul ile ilişkilendirmesi ise belki bir nebze daha ilgi çekici olabilir. Jale Erzen’e atıfla kente “angaje” [17] olarak 2019 yılında yaptığım uzun soluklu birkaç yürüyüşte biriktirdiklerimi, Ankara’nın değerini geç anlamış ve onu hâlâ öğrenmekte olan biri olarak aktaracağım.

“Kapılar dışında, güneşte ve rüzgârda daha çok yaşamak, şüphesiz ki belirli bir hoyratlık davranışı geliştirecektir -doğamızın bazı ince nitelikleri üzerinde daha kalın bir üst deri çıkaracaktır, tıpkı ellerde ve yüzde olduğu gibi, veya tıpkı elle yapılan ağır işlerin, ellerin dokunuşunun hassasiyetini çalması gibi. Öte yandan, evde kalmak ise yumuşamaya neden olabilir…” [18].


Kaynakça

[1] Rebecca Solnit, Yol Aşkı: Yürümenin Tarihi, s. 23, (Çev.) Elvan Kıvılcım, 2016, Encore Yayınları.
[2] Lauren Elkin, Şehirde Yürüyen Kadınlar: Paris, New York, Tokyo, Viyana ve Londra, s. 21, (Çev.) Doğacan Dilcun Doğan, 2018, Nebula Kitap.
[3] Nilnur Tandaçgüneş, “Kent Kültüründe Modernizm ve Sonrası: “Gözlemleyen Özne” Olarak Flanörü Yeniden Okumak”, s. 98, Flanör Düşünce, (Der.) Hüseyin Köse, 2012, Ayrıntı Yayınları.
[4] Ahmet Oktay, “Flanör’den Kartograf’a”, s. 122, Defter, Sayı: 20, 1993.
[5] Tandaçgüneş, s. 104-105.
[6] Frédéric Gros, Yürümenin Felsefesi, s. 154-155, (Çev.) Albina Ulutaşlı, 2017, Kolektif Kitap.
[7] Hüseyin Köse, “Önsöz”, s. 9, Flanör Düşünce, (Der.) Hüseyin Köse, 2012, Ayrıntı Yayınları.
[8] Elkin, s. 19.
[9] Elkin, s. 33.
[10] David Le Breton, Yürümeye Övgü, s. 11, (Çev.) İsmail Yerguz, 2019, Sel Yayıncılık.
[11] Le Breton s. 99.
[12] Elkin, s. 33.
[13] Gros, s. 11.
[14] Le Breton, s. 102.
[15] Thierry Paquot, Şehirsel Bedenler, s. 5, (Çev.) Zeynep Bengü, 2011, Everest Yayınları.
[16] Paquot, s. 1.
[17] Jale Erzen, Üç Habitus: Yeryüzü, Kent, Yapı, s. 106, 2017, Yapı Kredi Yayınları.
[18] Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik – Yürümek, s. 48, (Çev.) Aykut Örkop, 2014, Zeplin Kitap.

Kapak fotoğrafı: Ulduz Madatkhanova


Maruz Yürümek: Uygun Adım

Paylaş:

İlginizi Çekebilir