Bu öykü, müzik tutkusunu mesleğe hatta bir inat hikâyesine dönüştürüp, ideallerinden asla vazgeçmeyen ve kendi yolundan gitmek isteyen birçok kişiye ilham olan Süleyman Özyıldırım, namıdiğer Shades Süleyman’ın hayat hikâyesinden esinle yazılmıştır. Gerçek olay, kişi ve kurumlarla ilgisi yoktur.
1968
Mayıs ayının ortalarıydı. Havalar ısınmaya başlamış, rehavet sokağa taşmıştı. Kurtuluş’taki TED Koleji’nin öğrencileri derslerin bitişiyle birlikte dağılmaya başlamıştı. Okul sınırından çıkar çıkmaz ceketi ve kravatından kurtulan Riff Yavuz diğer öğrencilerle birlikte caddeye adım atanlar arasındaydı. Yavuz, bir süre cadde boyunca yürüdü. Hüdaverdi Pastanesi’nden buz gibi bir limonata aldı. Ay sonunda liseyi bitirip mezun olacaktı. Her kolejli gibi mezuniyet fotoğrafını Foto Naci’de çektirecekti. Peki, sonra? Sonra ne olacaktı? Hangi üniversiteye gidecekti? Kafası karışıktı. Müziği çok seviyordu, onunla ilgili bir şey yapmak istiyordu. Ama ne? Zihninde biriken soruları dağıtabilmek için Kurtuluş’tan Büklüm Sokak’taki evine yürümeye karar verdi. Kurtuluş-Kızılay arası o düz hat boyunca bir şey düşünmemeye çalıştı. Düşünmeye kalkarsa başka soruların tam ortasına düşecekti. Zaten insanların düşündüğü gibi düşünmekten hoşlanmaz, herkesin gittiği yoldan gidip herkese benzemekten de korkardı. Yolun güzergâhını o belirlemeliydi.
Zihnindeki soru baloncuklarıyla Büklüm’deki evlerine ulaşmıştı. Apartmanın giriş kapısını araladı, içeri adımını attı, apartmanın içinde çalan müziğe kulak kesildi, parçanın ne olduğunu anlamak için birkaç saniye hareketsiz kaldı. Sanki parça, merdiven kulplarından süzülüp büyülü bir şekilde kendisine ulaşıyordu. Sözleri İngilizceydi ama kimin, hangi grubun şarkısıydı? Merakı artmıştı. Peki, kim dinliyordu bu parçayı? 7 numaradaki emekli albay olamaz, onun dinlediği tek şey radyo ajansıydı. 9 numaradaki Nuri olabilir mi? Yok ya, Nuri de anlamazdı bu işlerden. Berbat bir müzik anlayışı vardı. Zaten ailesi de sağcıydı. Babası yıllarca apartman toplantılarında Demokrat Parti’ye oy vermekle övünmüştü. Parçanın kaynağı olsa olsa İngiliz komşularından gelirdi. Summer ailesi iki yıl önce Ankara’ya gelmişti. Baba Graham Summer, Birleşik Krallık Sefareti’nde çalışması için tayin olmuştu buraya. Apartmanda İngilizce bilen nadir dairelerden oldukları için Yavuz’un ailesiyle dostluk kurmuşlardı. Summer’ların ufak oğlu Joe da tıpkı Yavuz gibi rock müzik hayranıydı. Yavuz, bazı zamanlar onların evine gidiyor, Joe’yla birlikte uzun saatler aralıksız müzik dinliyordu. Joe’nun babasının zengin bir plak arşivi vardı. Yavuz birçok grubun varlığıyla, müzikleriyle ilk defa bu evde tanışmıştı. Plağın iğneyle temas ettiği o ilk an ve hoparlörden yükselen gitar sesleri Yavuz’u kelimelerle tarif edemeyeceği bir büyülü dünyaya sokuyordu. Müzik kulağı iyiydi. İyi müziği ilk dinleyişte hemen anlardı. Zaman içerisinde bu dünyayı daha iyi öğrenebilmek için plak toplamaya başlamış, gruplar ve müzisyenler üzerine bilgi bulmaya çalışmıştı. Ankara’da gruplar hakkında bilgi alabileceği neredeyse hiçbir yer yoktu. Bu yüzden bilgi edinebileceğini düşündüğü insanların peşlerine dedektif gibi düşüyor, onlarla uzun sohbetler yapıyordu. Bazen de yapım şirketlerine, müzik dergilerine mektuplar gönderiyordu. Gerçi bu konuda bayağı bir yalnızdı. Çevresinde bu müzikler pek dinlenmiyordu. Bazı arkadaşları onu Amerikan hayranlığıyla suçluyordu. Aile büyükleri de bazen Yavuz’un dinlediği bu müziklerden rahatsız oluyor, onu anne ve babasına şikâyet ediyorlardı. Ailesi ise müzik konusunda hiç tutucu değildi. Yavuz’u bu konuda serbest bırakmışlardı. Müzik konusunda bir tek okuldan arkadaşı Pena Şeref’le çok iyi anlaşıyordu. Birbirlerinin evlerine gidip beraber müzik dinlemeyi çok severlerdi. Şeref’le ilk kez Beatles dinledikleri an aklından hiç çıkmıyordu. İki kafadar hipnotize olmuş bir şekilde parçaları dinlerken Şeref’in annesi Nilgün Hanım onlara pasta ve çay getirmiş, sehpaya bırakmıştı. Şeref ve Yavuz, ne Nilgün Hanım’ı ne de pastayı fark etmişti. Nilgün Hanım onların bu halini görünce ürkmüş “Tövbeler olsun” sözleri eşliğinde odadan çıkmıştı.
Yavuz, apartmanın içinde dedektif titizliğiyle melodiyi takip etti ve kaynağa ulaştı. Tahmin ettiği gibi müzik, İngiliz komşularından geliyordu. Usulca kafasını kapıya yanaştırdı, dinlemeye çalıştı. Parçayı kesik kesik duyabiliyordu. Kimin parçasıydı bu? Melodiler tanıdıktı ama çıkaramamıştı. Bulamazsa delirirdi. Zile basıp basmama konusunda ikilime düştü, eli gitti geldi. Sonra merakı baskın çıktı ve bastı zile. Kapıyı Joe’nun annesi Anne-Marine açtı. Gülümseyerek onu içeri aldı. Yavuz çantasını yere koydu. Sesin olduğu yere doğru gitti. Joe, plağın başına oturmuş, dikkatle parçayı dinliyordu. Selamlaştılar. Yavuz da onun yanına oturdu, müziğe dikkat kesildi. Parça bitti, iğne plağın üzerinden kalktı. Birkaç saniye sessizlik oldu. Yavuz sessizliği bozarak “Kim bunlar? Apartmanın girişinde işittim. Merak ettim buraya kadar geldim,” dedi. Joe, “The Who, Sparks. Parçanın girişindeki gitarlar çok iyi,” dedi. Yavuz, The Who’yu duymuştu ama bu parçayı ilk defa dinliyordu. Parçanın başındaki gitar rifflerine bayılmıştı. İkili, bir süre The Who ve Pete Townshend üzerine konuştular. Yavuz ve Joe, farklı kıtalarda doğmuş ama müzik sayesinde sınırları ortadan kaldırmış bir cemaatin üyeleriydiler adeta. Bu cemaatte ne kimlikler, ne bayraklar, ne de sınırlar vardı. Sadece müzikti onları ortak kılan. Joe, buraya geldiğinde kimseyle anlaşamayacağını, yalnız kalacağını düşünüyordu, Yavuz da tutkuyla bağlı olduğu bu müziği kimseyle paylaşamadığından yalnız hissediyordu. Tesadüfler ikisini aynı binada komşu yapmıştı işte. Joe, ailesinin uzun seneler burada kalamayacağını biliyordu. Bu yüzden o gün, Yavuz’a bir sır vermek istedi. Bu sırrı ilk duyduğunda sıkıca tembihlenmişti kimseyle paylaşmaması için. Yavuz yabancı değildi artık, onunla bunu paylaşabilirdi. Parça bitince, yerinden kalktı, plağı kutusuna yerleştirdi. Pencereyi kapattı, sonra kapının kapalı olduğunu kontrol etti. Yavuz’a dönerek “Sana bir sır vereceğim,” dedi. Yavuz şaşkınlıkla onu dinliyordu. “Bir plak varmış. Kutsal bir plak da derlermiş. Robert Johnson’ın Highway 61’de şeytanla pazarlık yapmasından sonra kaydedilmiş. Sonra esrarengiz bir şekilde kaybolmuş, bazı gitarcıların elinde görüldüğüne dair rivayet var ama gören, bulabilen olmamış. İşte, asıl olay o plaktaymış. Kayıt şekli, vokali, gitar çalışları hiçbir şeye benzemiyormuş. Asıl, onu bulup dinlemek lazım”. Yavuz merakla “Nerede olabilir ki o plak?” dedi. “Bilmiyorum, Londra’ya dönünce araştıracağım. Tek bildiğim, efsaneye göre plak sadece hak edene görünürmüş.”
Yavuz, böyle gizemli hikâyelere pek inanmazdı ama plağı dinlemek için bastıramadığı bir merak duygusu da ortaya çıkmıştı. O plağı bir yerlerden bulmalıydı, dinlemeliydi. Daha da önemlisi, Robert Johnson’ın tarihsel bir değeri vardı, blues tutkusunun bir parçasıydı. Müziğe yaklaşımı hep böyleydi zaten. Sahip olmak değil, hikâyenin bir parçası olmak, onu başkalarıyla paylaşmak… Belki de o gün, bu hayatta ne yapmak istediğine karar verdi. Plakları çok seviyordu. Bu tutkusu onun mesleği olabilirdi. Joe ve Yavuz, aralarında konuşurken, Joe’nun duvarında asılı olan Robert Johnson posteri onları dikkatle izliyordu.
1995
Riff’de sıradan bir gündü. Mekânda Ornette Coleman’dan Ramblin çalıyordu. Yavuz, plakları kutularına yerleştiriyordu. Dükkânın kapısı açıldı, içeriye heyecanla Pena Şeref girdi. “Yavuz, çabuk bırak onları! Sana anlatacaklarım var”. Yavuz plakları yerine bıraktı ve “Ne oluyor?” diye soramadan Şeref kapıyı kapattı; takip ediliyormuş gibi etrafını kolaçan etti. “Johnson’ın plağının izini buldum,” dedi. Yavuz’un gözleri büyüdü, heyecanı arttı. Yıllar önce Joe’nun ona anlattığı hikâyenin izini uzun süre sürmüş ama hiçbir sonuç elde edememişti. Yurt dışına gittiği her konserde, tanıştığı her müzisyenle, plakçılarla, insanlarla mutlaka bu plak hakkında konuşurdu ama hiçbir sonuç elde edememişti. Belki de bu hikâye sadece bir söylentiden ibaretti. Yavuz, birkaç sene önce de bu sırrı Şeref’le paylaşmıştı. Şeref, yıllar içinde iyi bir gitarist olmuş, Ankara’daki barlarda grubuyla konserler veriyordu. Robert Johnson da onun idollerinden biriydi. Yavuz’un ona bu hikâyeyi anlatmasıyla birlikte dedektif rolüne o da soyunmuş ve plağın izini sürmeye çalışmıştı. Sonuç ise hüsran olmuştu. Ne plak vardı ortada ne de plağı gören. Şimdi bir iz bulmuş gibilerdi. Şeref, birkaç gün önce Mülkiyeliler Birliği’nde otururken bu plağı gören, hatta sahibini tanıyan birisinin Tunalı civarında görüldüğünü duymuştu. Anlatılana göre adam artık plağı elden çıkarmak istediğinden, sırf plak yüzünden insanların onun peşinden ayrılmadığından ve hayatının zindana döndüğünden şikâyet ediyormuş. Bunu duyan Nezir Plak da plağa -elbette işin sırrından habersiz- talip olmuş. Yıllardır aradığı plağın izini yanı başında bulmak inanılmaz gelmişti Yavuz’a. Peki yıllardır kayıp olan plak nasıl olmuştu da o adamın eline ulaşmıştı; o adam kimdi? Bu sorulardan önce, hemen harekete geçip, plağı Nezir Plak’tan önce bulmaları lazımdı.
Hemen dükkânı kapatıp, dışarı çıktılar. Nezir Plak, Mithatpaşa Caddesi’ndeydi. Koşarak Tunalı’dan Kızılay’a geldiler. Nezir Plak’ı Boğaziçi Pastanesi’nde çorba içerken yakaladılar. Bir ağacın arkasına saklandılar. Arada kafalarını ağacın arkasından çıkarıp, Nezir Plak’ın hareketlerini izliyorlardı. Nezir, çorbaya ekmek banıyordu, yan tarafındaki sandalyede ise bond çanta vardı. Plak onun içinde olabilir miydi? Kesin onun içindeydi! Böylesine değerli plak, ulu orta sergilenmezdi zaten. Yavuz kararlıydı; Nezir ne kadar isterse istesin parayı bastırıp alacaktı. Nezir, ağırkanlıydı; yavaş hareketlerle çorbayı içiyor, ekmeği içerisine doğruyordu. Yavuz’un sabrı taşmak üzeriydi. Şeref, onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Derken, Nezir çorbasını bitirmiş, çayının da son yudumuna gelmişti. Hesabını ödedi, bond çantayı aldı, ağır adımlarla karşıdan karşıya geçip, dükkânına doğru ilerledi. Arkasından da çaktırmadan Yavuz ve Nezir ilerledi.
Nezir, iki adım atıyorsa onlar bir adım atıyordu. Heyecanı bir an olsun düşmeyen bir casusluk filminin içinde gibiydiler. Yavuz’un planı, Nezir’i dükkânın önünde yakalamaktı. Nezir onları görünce şaşıracak, pazarlık yapma şansı olmadan plağa sahip olacaktı. Nezir, dükkânına geldi; dükkan komşusu müzik enstrümanları satan Stüdyo Ceviz’e selam verdi. Dükkânın kapısını açmaya hazırlanıyorken, Yavuz ve Şeref yanında bitti. “300’e bağlayalım o plağı,” dedi Yavuz. Nezir anlamadı “Ne plağı?” dedi. Yavuz, sinirlenmeye başladı: “Hiç salağa yatma Nezir. Çantanda ne olduğunu biliyoruz. O plağı senden almam lazım”. “Çantamda bir şey yok, Yavuz. Ne plağından bahsediyorsun?” dedi Nezir. “Nezir, hadi uzatma! Ne istiyorsan vereceğim, işimiz gücümüz var”. “Yavuz, hangi plağı arıyorsun bilmiyorum ama çantamda plak yok, hem ne böyle gangster gibi dikildiniz?”. “Kutsal plağın sende olduğunu biliyoruz, Nezir”. “Şimdi anladım. Birkaç gündür etrafta söylenen o plağın peşindesiniz siz. Onu ben de duydum. Ama ortada ne plak, ne de plak sahibi var. Biri ortaya bir şey attı gitti. Kimin dediği de belli değil. Size tavsiyem dedikodulara çok inanmayın. Öyle bir plak da yok ayrıca. Ergen masalı o. Ha, çok merak ediyorsanız çantamda evraklar var. Belediyede bugün işlerim vardı,” dedi ve çantasını açtı. Çantanın içinde cidden de sadece resmi evraklar vardı. Yavuz ve Şeref büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Bir dedikodunun peşine düşmüşlerdi ve sonuç hüsrandı. Gerçekten böyle bir plak yok muydu?
Nezir’i korkuttukları için ondan özür dilediler. Yavuz ve Şeref hayal kırıklığına uğramış bir şekilde dükkâna geri döndüler. Yavuz o gün ikna olmuştu artık. “Kutsal Plak” diye bir şey yoktu, kabullenmesi gerekiyordu. Duvarda asılı olan, Joe’nun İngiltere’ye dönerken ona hediye ettiği Robert Johnson posteri, Yavuz’u izlemeye devam ediyordu.
2019
O gün dükkânda bir tuhaflık vardı. Kimse fark etmemişti muhtemelen, uzun yıllardır duvarda asılı olan Robert Johnson posteri yerinde yoktu. Tuhaftı, çünkü posterler öyle kafalarına göre kaybolmazdı. Yavuz, gözün belleğine güvenip, nasıl olsa yerindedir diye kontrol etmemişti zaten. Üstelik eski dostları Rıza ve Şeref’le Riff’te oturmuş, eski günleri yâd ediyordu. Güneşin hiç görülmediği bu dükkânda bir dolu güzel hatıra geride kalmıştı. Yavuz, ne Tunalı’yı ne de Ankara’yı terk etmişti. Her şey ancak rutine bağlı olursa kalıcılığı artardı. Bunu tüm koleksiyoncular bilirdi. Yavuz’un yıllardır sabırla biriktirdiği film afişleri, rozetler, tişörtler, CD’ler, plaklar üst üste yığılmıştı. Her dağınıklığın kendine ait bir düzeni olduğu gibi buranın da kendine has bir tertibi vardı. Yavuz, müşterilerin istediği plakları karışıklığın ortasında şıp diye bulurdu. Burayı açmak da, böylesine zengin bir arşivi oluşturmak da hiç kolay olmamıştı. Lise yıllarından beri parçaların melodik yapısına, temalarına ayrıca dikkat ederdi. Şeref, bu yüzden ona Riff lakabını takmıştı. Plak koleksiyonuna önce İngiliz komşularının ülkelerine dönerken ona bıraktıkları bir dolu plak sayesinde başlamıştı. Sonradan kurduğu punk grubuyla dünyayı sarsacak olan Joe Summer, gitmeden ona ve dostluklarına dair üç sayfalık bir de mektup bırakmıştı. Ankara’da bulunan Amerikan üssündeki Amerikalı askerlerle sonradan ahbaplık kurmuş, buraya gelirken yanlarında getirdiği plakları onlar ülkelerine dönerken almıştı. İlerleyen yaşlarında da dünyanın bir ucundan öbür ucuna plakların ve tutkusunun peşinden koşmuştu. Bu işlere başladığında etrafında kendisi gibi pek kişi yoktu. Gerçi, Türkiye hiçbir zaman kendini dünyada nereye konumlandıracağına karar vermemişti. Herkesin kafası karışıktı. Kendisi de bu kafa karışıklığının tam ortasında, toplum için garip sayılabilecek bir yerde duruyordu. Ama o, bunu çok kafaya takmazdı. Neyi seviyorsa onu yapıyordu. Ona dayatılanları değil. Ne kendinden ne arşivciliğinden de ne dinlediklerinden taviz vermişti. Bu sırada dünya da müzik de çok değişmişti. Herkes köşesini kapma telaşındaydı, müzik de artık dijital ortamda dinleniyordu. Albümler satmıyordu; müziğin kültürel olarak etki gücü eskisi gibi değildi. Plağa ve müziğin kültürel yönüne tutkuyla bağlı çok az insan kalmıştı. Lakin değişim rüzgârları Yavuz’a uğramamıştı. Yavuz, inatla sevdiği müzikleri dinlemeye devam etmişti. Sadece iyi bir müzik zevki yoktu; aynı zamanda nerede hangi plak vardır, hangisi değerlidir iyi bilirdi. Üstelik müşteriyi de doğru şekilde yönlendirmeye çalışırdı. Kötü müzik bataklığına düşmüş olanlara, gönüllü hizmet sunardı. “Sen onu bırak, bunu dinle,” derdi. Müzikleri kolay kolay beğenmemesi sebebiyle Tunalı civarında “Yavuz Abi zaten zor beğenir,” diye bir deyim bile oluşmuştu. Ne güncele ne de günübirlik trendlere ayak uydurmazdı.
Şeref, grup işlerinden sıkılmış, Ankara’dan Bodrum’a taşınmıştı. Yılın belirli zamanlarında annesini görmeye, Ankara’ya geliyordu. Rıza ise, bir dönem Şeref ve Yavuz’la birlikte Radyo Arkadaş’ta “Ne Rock’sız ne Kitapsız” isimli bir program yapmış, sonra da İstanbul’a taşınıp, yazar olmuştu. Üçünün bir araya gelmesinin önemli bir sebebi vardı o gün. Dr. Skull yıllar sonra yeniden toplanmıştı ve ilk konserini Ankara’da verecekti. Şeref, Rıza ve Yavuz konserin onur konuklarıydı. Grup üyeleri, Yavuz’un önce yakın dostları sonra müşterileriydi. Dükkânın içerisinde pastalar, börekler ve çay eşliğinde az mı sohbet etmişlerdi. Zaten Riff, duvarda asılı ticari işletme levhası dışında hiç de ticari bir yere benzemiyordu. Burada sıkı dostluklar kurulur, muhabbetler edilirdi. Dünyaya aynı gözlerle, aynı melodilerle bakanların ortak buluşma yeriydi.
Tam bu sırada, siyah renkli, siyah camlı bir 67 model Chevrolet Tunalı Caddesi’nde kaldırıma yanaştı. Arabanın çıkardığı egzoz gürültüsü cadde üzerindeki herkesin dikkatini çekmişti. Şoför arabadan indi, yavaşça arka kapıyı açtı, siyah pantolonlu, siyahi biri yavaşça arabadan iniyordu. 1930’lu yıllardan kalma bir hali vardı. Kafasında melon şapka, ağzında yarıya kadar gelmiş bir sigara, sağ elinde de bir çanta vardı. Her haliyle çok karizmatikti. Başka bir dünyadan gelmiş gibiydi. İstemsizce herkes ona bakıyordu. Gizemli adam, yavaş adımlarla pasaja girdi, merdivenlerden aşağıya indi. Pasajın içindeki başka dükkân sahipleri de adama şaşırmış gibi bakıyorlardı. Adam, ritmini bir an için bile bozmadan, Riff’e geldi. Dükkândan içeri girdi, karizmatik bir selam verdi. Yavuz, Rıza ve Şeref, bu adamı bir yerden tanıyor gibiydiler. Ama yok, o olamazdı. Biraz benziyordu ama yok, olamazdı. Adam, Yavuz’un yanına geldi, çantasını CD’lerin üzerine koydu. Özenle içini açtı. Çantadan etrafa etkileyici bir ışık hüzmesi yayıldı. Adam, “Bu senin,” dedi Yavuz’a. Yavuz, çantanın içerisine baktı, yıllardır aradığı kutsal plak tam karşısındaydı. Olanlara inanamadı, ağzı tekleyerek “Siz o musunuz?” dedi adama. Adam yanıt vermedi “Blues, basit bir müzik gibi görünür ama bu müziği gerçekten hissetmek zordur. Bu da ancak, müziğe büyük bir tutkuyla bağlanabilirsen mümkün olabilir. Uzun zamandır seni izliyorum, sende de o tutku var,” dedi. Saatine baktı, “Buradaki vaktim kısa. Bu plak sende kalacak. Yıllardır, sadece hak edenlere verilir. Ona çok iyi bak”. Gizemli adam, geldiği gibi pasajın içinde kayboldu. Yavuz, Rıza ve Şeref, yaşadıkları şeyi anlayamadılar. Gerçekten o muydu gelen? Hiçbir zaman yanıtını bulamayacaklardı. Bu sırada plak çantanın içerisinde ışıltıyla parlıyordu. Poster ise eski yerindeydi.
Kaynak
[1] Murat Beşer- Shades Süleyman- Haber Sol, 2015
[2] Nilay Örnek, “Nasıl Olunur?” –87. Bölüm Shades Süleyman.
Mekanlar ve Hikayeler V | Ekibi Yeniden Topluyoruz: Kavaklıdere Sineması