Öykü atölyelerine pek sıcak bakmasam da bir deneyeyim dedim. Zaten hayatta başıma ne geldiyse bu deneyim merakından gelmiştir. İlk toplantıdan çıktığımızda serin bir Ankara yaz akşamı bekliyordu bizi dışarıda. Atölye hocası kıl herifin tekiydi, sevmemiştim. Çok şey öğretmiş gibi bir de ödev vermişti. O günlerde ölen bir şarkıcı hakkında bir öykü yazmamızı istedi. Amy Winehouse’muş. Hiç duymamıştım adını.
Hoca münasebetsizin biriydi ama atölyeye katılan arkadaşlar iyi insanlara benziyordu. Hoca iyi akşamlar dileyip ayrıldıktan sonra Selanik Caddesi’nde beş altı kişi ayakta sürdürdük sohbeti bir süre. Sonra aralarından biri (yeni tanıştığımız için isimleri aklımda kalmamıştı henüz) “Tavukçuya gidelim hadi,” diye bir fikir attı ortaya. Kocaman insanların tavuk döner yemeye gidelim demeleri tuhafıma gitmişti doğrusu ama sesimi çıkaramadım. Yeni tanıştığım insanlara meyhaneye gitmeyi teklif edecek değildim ama bira içebileceğimiz bir yere gitseydik bari. Tavuk dönerin zamanı mı şimdi! İçimden homurdansam da bir şey belli etmedim. Yola koyulduk. Öyle serin ve tatlı bir yaz akşamıydı ki o kadar olur. Mülkiyeliler’in bitiminden sağa saptık, sonra sola. Tavukçu’ya gelmiştik. Anason kokusu ve hoş sohbetin güzel uğultusuyla karşılaşınca rahatladım. Tavukçu dediklerinde tavuk dönerciye gideceğimizi sandığımı söylediğimde güldüler epey. Dostluğa giden yola bir taş daha eklemiş olduk böylece.
Oturduk. Beyaz masa örtüleri, rakı kadehleri, insanların sevinçli sohbetleri, nefis balık kokusu… İnceden bir sigara dumanı. Her şey tamamdı. Mezeler söylendi, ilk yudumlar alındı. Keyfime diyecek yoktu doğrusu.
Hafif kamburu çıkmış yaşlı bir adamın masaları dolaştığını gördüm. Sonunda bizim masaya da uğradı. Elinde bir tabak meyhane pilavı. Sahibiymiş, İsmail amca. Karadenizliymiş aslen ama yıllar olmuş Ankara’ya geleli. Eskiden bu meyhaneye kimler gelirmiş kimler. “Aziz Nesin gelir mesela,” dedi İsmail amca. “Gelirdi” demek istedi, diye düşündüm. Dili sürçtü herhalde.
Muhabbet uzadı, kadehler boşaldı. Sonra birer ikişer eksildi masa. Tek kaldım. Bir bira daha söyledim. Kim ne derse desin, rakının cilası biradır.
Girişe yakın masada oturan kır saçlı, kısa boylu bir adam dikkatimi çekti. Bir şeyler yazıp duruyordu önündeki kağıtlara. Garson, adama “Bir isteğin, arzun var mı Aziz Hocam?” deyince gözlerimi ovuşturdum, serçe parmağımı kulağıma sokup salladım. Dirseklerimle masaya dayanıp dik oturdum. Oğlum Ozan, dedim kendime, saçmalama. Aziz Bey öleli yıllar oldu. Çok da içmemiştim aslında. Toplasan bir 35’lik rakı, işte bu da ikinci biram. Votka içmiş miydim? Yok, o bu gece değildi, dün geceydi sanki.
Artık tedirgindim. Okumayı severim, yazmaya da heves ettik işte yeni yeni. Ama yazar milletini sevmem. Tanışmak, kanlı canlı karşımda görmek de istemem. Hele ki yıllar önce ölümün şanlı köprüsünden geçmiş bir yazarı!
Masaya bakmamaya çalışıyordum artık ama ipin ucu kaçmıştı. Tombul bira şişelerinin biri gitti biri geldi, vakit epey ilerledi. Tatlı serinlik yerini bozkır gecelerinin kuru soğuğuna bıraktı. Yaz da olsa. Yaz da olsa.
Sevgi duvarını aşmıştım artık. “Çok yaşa Can Baba,” diye sevinçle fısıldadım ama köşede oturan kısa boylu adam başını kağıtlarından kaldırıp dik dik baktı yüzüme. Acaba sesli mi söyledim? Etrafıma bakındım, bahçedeki masalar tamamen boşalmıştı. Bir Aziz Bey, bir ben kalmıştık. Votka söyledim, sek. Votka bardağını biranın içine devirip son cilamı da yaptım.
Kalkarken adama yaklaşıp, “İyi akşamlar hocam, kolay gelsin. Can Yücel size Saint Nesin dermiş, doğru mu?” dedim. Adam dik dik baktı suratıma. Kaşları kalınca, tombul bir yüz.
“İsmail, gel al şu çocuğu başımdan. Fazla kaçırmış herhalde!” diye seslendi içeri doğru.
Sonrasını pek hatırlamıyorum.
Ertesi akşam yine gittim Tavukçu’ya. Bu sefer tek başıma. İsmail amcayı sordum, bu akşam gelmeyecek dediler. Girişe yakın olan masaya oturdum, bira söyledim kendime. Hocanın istediği öyküyü yazmaya başladım.
Mekanlar ve Hikayeler VII | Saklıkent: İki Yol
Kapak Fotoğrafı: Tavukçu Lokantası | Zomato