Menu Kapat
Kapat
Ara
Close this search box.

Tek ve Çok: 1955’ten 1995’e Türkiye’de Üretim Ortamı ve 1980’ler

XPzone Infinia
Okuma Modu

SALT bünyesinde düzenlenen Tek ve Çok sergisi İstanbul’dan sonra Ankara’da da 2 Mart itibariyle misafirleriyle buluşmaya başladı. Sergi dünü, bugünü ve geleceği sorgulamamızı sağlayan bir araştırma sergisi. Meriç Öner’in bilgilendirici konuşmasıyla açılışını yapan sergi 1955’ten 1995’e kadar olan zaman dilimini kapsayan bir araştırmayla, 1980 yıllarındaki üretim ve tüketim dünyasını Türkiye açısından değerlendirmeye sunuyor. Tek ve Çok sergisini daha iyi anlamak ve özümseyebilmek adına SALT Araştırma ve Programlar Yöneticisi Meriç Öner ile bir söyleşi gerçekleştirdik. Çağdaş Sanatlar Merkezi’ne uğrarsanız 4 Nisan’a kadar muazzam bir araştırma ürünü olan bu sergiyi görme şansını yakalayabilirsiniz.

Tek ve Çok sergisinin fikir yolcuğu nasıl başladı? Proje olma süreci ve temel amacı nedir?

“Tek ve Çok” SALT’ın üyesi olduğu Avrupa müzeler konfederasyonu L’Internationale’nin beş yıllık The Uses of Art – The Legacy of 1848 and 1989 [Sanat Kullanımları – 1848 ve 1989’un Mirası] programı kapsamında gerçekleştirildi. Proje bünyesinde SALT ekibi tarafından yürütülen Türkiye’de 1980’ler araştırması, “Tek ve Çok”un yanı sıra “Nerden geldik buraya” sergisi bağlamında İstanbul ve Ankara’da aktarıldı. İki sergide öncelikle ele alınan konular farklı. “Nerden geldik buraya” dönemin toplumsal örgütlenmeleri ile popüler kültürüne bakarken, “Tek ve Çok” tümüyle maddi kültüre odaklanıyor.

Tek ve Çok sergisinde 1955’ten 1995’e Türkiye’de üretim ortamını 1980’lerde dolaşımda olan nesneler aracılığıyla inceliyoruz. Bu sergi konuklarına ne görmeyi vadediyor?

Sergide dönemin belirleyici toplumsal olaylarını özetleyen bir tarihçe, iş birliği yapılan kurumların katkısıyla oluşturulan kısmi endüstriyel üretim tarihçesi ve gündelik tüketim nesnelerinin üretim hikâyeleri ile 1980’lerden başlayarak gelişen moda ve sanat ortamını örneklendiren anlatılar var. Ancak serginin konuklara vaadini fiziksel nesneler üzerinden tarif etmek, sergiyi bir dönem fuarına dönüştürüyor. Meraklı izleyici sergide altı çizilen “özgün kopyalar” kavramını düşünmeye ve bunun üzerinden Türkiye’deki üretim kültürüne dair baskın toplumsal bakışı gözden geçirmeye davetli.

  

Şehirleşmedeki hız ve toplumun ikileşmesi ve belki de ayrışması sinemaya ve diğer sanatlara nasıl yansıdı?

Bu soru içerisinde hassasiyetle ele alınması gereken birbirinden çok farklı konular var. Şehirleşmedeki hızın, toplumsal ve fiziksel yapıya verdiği zarar özellikle sosyoloji ve şehircilik alanları tarafından tekrar tekrar tespit edildi. Bu haklı tespiti yinelemenin bir kıymeti yok. Ancak bu hızın birlikte var ettiği yerel, uluslararası; el işi, makine işi gibi çeşitli üretim biçimlerini konu edinmek anlamlı olduğu için sergide bu değişime atıfta bulunuyoruz.

Toplumun ikileşmesi meselesi de hayli tükettiğimiz bir kavram. Elbette toplum iki değil, çok çeşitli bileşenlerden meydana geliyor. Ancak şehirlerin üretim ve servis alanında merkez olmak yolunda büyümesi esnasında, Türkiye’de toplumun bir sebeple çok benimsediği fakir ve zengin ikiliği neredeyse birleştirici bir tema olarak sürekli işleniyor. 1980’lerin buna sunduğu çözüm ise “inadına zengin olmak” biçiminde özetlenebilir. Gerçekte zengin olamayanlar ise zengin görünmeyi benimsiyor. 80’ler bu sebeple -ve belki bugünkü uzantısında hâlâ- kitlesel bir refah parodisi gibi değerlendirilebilir. Tüketimin var ettiği sözüm ona zenginliğin yüzeysel kodları gibi toplum içerisinde pek çok pozisyonun da kodları var. Bunlar aynı zamanda bakış açılarını yansıtıyor. Farklı bakış açısındakiler, karşılıklı konuşmak ve tartışmaktan gayrı bir arada kümelenmeye eğilim gösteriyor. İkilik, daha doğrusu kutuplaşma dediğimiz bunun tespiti. Sinemanın ve sanatın bundan özellikle etkilenip etkilenmediğinden çok, kendi dünyalarında bunları yansıtıp yansıtmadığına bakılabilir.

Bir yanda el emeği büyürken bir yan da sanayileşmenin etkisi altına aldığı Türkiye’de orta sınıf kendini hangi tarafa daha yakın hissetti?

Bir yanda el emeğinin büyüdüğünü düşünmüyorum. El emeği aile ekonomisinin çok doğal bir parçası. Orta sınıfın endüstriyel ürün ile diğeri arasında bir tercih yapmasını gerektirecek bir durum yok. Zaman içerisinde yerleşen estetik değerler, el emeğini yer yer hor görmüş olabilir.

Televizyonun üzerine örtülen danteller halkın yaşadığı ikilemi en iyi anlatan görsellerden biri. Hızlanan şehirleşme halkın öz benliğini nasıl etkiledi?

İşin doğrusu televizyon üzerindeki dantelin bir ikilem olduğunu hiç düşünmedim. Sergide yer alan benzer ögeler, o dönemde varlığını inkâr ettiğimiz ya da küçümsediğimiz bir estetik anlayışını çizim hâlin de sabitliyor. Üzerine yorum yapmadan önce hafızadaki mizahi yerini sarsmak gerekli. O çizime harcadığımız emek ile bu ilk adımı hedefledik. Demin sözünü ettiğim görüntüde sağlanan zenginliğin bir hedefe dönüşmesi tesadüf değil çünkü estetik tercihler bir sınıflama aracı olarak kullanılıyor. 80’ler de bu böyle en azından. Sergide dönemi bireyler, kahramanlar veya toplumun farklı kesimleri üzerinden anlatmamayı seçtiğimiz gibi buna aracı olacak tespitlerden uzak durmayı da önemsiyoruz. Her bir ürün kendine kurduğu estetik dünya ile makbul, çünkü gerçek. Yüceltmemiz de yermemiz de gerekmiyor.

  

Üretim kültürüne değinen Tek ve Çok sergisi aslında bize tüketim kültürünün öğrenildiği ve yaygınlaştı bir dönem olan 80’lerden bahsediyor. Özgün kopya bu dönemin en belirgin özelliği. Negatif bir anlam içerdiğini düşündüğümüz kopyalama ve taklit etme hali özgün sıfatını alınca ne gibi bir evrilme yaşıyor?

Taklit etmek bir öğrenme biçimi. İnsanın çok yatkın olduğu bir yöntem. Bu bağlamda taklit edilenin takdir edilen olduğunu akılda tutmak lazım. Kritik olan özümseyerek taklit etmek ve taklit ederken yeni fikirler geliştirmek niyetinde olmak. Birbirimizin fikirleri üzerine inşa etmek veya yeni bağlamlara göre o fikirleri yorumlamak doğal bir etkinlik. “Özgün kopyalar” vurgusu da buna göndermede bulunuyor. Tasarımcıların ve üreticilerin sorgusuz sualsiz zihnimize kazıdığı “sahte” ürün ve “çalıntı” fikir suçlamaları bu temeli hiçe sayıyor. Elbette ilacın sahtesi tehlikelidir. Elbette içine yeni bir nitelik katılmadan kopyalanan çanta anlamsızdır. Maharet el yapımı çantanın birebir orijinalini andırmasında değil. Ancak marka düşkünlüğü el yapımı çantanın değer taşıdığı görüşünün önüne geçiyorsa, aslında üretimin değerinin bilinmediğini fark etmeliyiz.

Kopyanın bir öğrenme metodu olduğundan bahsettiniz. Peki özellikle 80’ler de bunu öğrenme metodu olarak kullandığımızı düşünüyor musunuz? Yoksa sadece basite kaçarak kopyalamaktan ibaret mi kaldı?

80’ler ekonomide yapılan düzenlemeler ile endüstrinin kendi alışkanlıklarından tümüyle sıyrılmak durumunda olduğu bir dönem. Sergide de bunun iş bağlamında başarı ve başarısızlıkla sonuçlanan örnekleri var. Bu dönemde ürünün kendisi kadar görünürlüğü ve bilinirliği önem taşıyor. Piyasa ve rekabet kavramları belirginleşiyor. Bu sebeple elinizde yalnızca bir formül, hatta çalıntı ama orijinali kadar iyi bir formül olması çıkış yolu bulduğunuz anlamına gelmiyor. Yeni yeni semiren reklam dünyasında beliren “cin fikir”lerden, bizzat üretimi gerçekleştirenlerin emek ve fikirlerine, bu kadar çok aşamanın dahil olduğu bir sürecin tümüyle başka bir sürecin kaçak kopyası olduğunu düşünmek kesinlikle mümkün değil.

Kopyalamanın bir öğrenme metodu olması açısından Motör filminden söz ettiniz. Kısaca filmden bahsedebilir misiniz?

“MOTÖR: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması” Cem Kaya’nın yedi yıl süren bir araştırma sonucunda 2014 yılında tamamladığı bir belgesel film. Kaya’nın Türk sinemasına olan yaklaşımı, serginin iskeletini oluşturan “özgün kopyalar” kavramına yakın. Film, 1950’lerden itibaren ortamda etkin olan yapımcı, yönetmen, oyuncu ve set emekçilerinin anlatımları ile kopya meselesini tartışmaya açıyor. Kaya’nın dikkati çektiği konu, yalnızca kopya olmakla nitelenen kimi yapımların gerçekte özgün içerikler sunduğu. Filmin ÇSM’deki sergi içerisinde her gün 10.00, 12.00, 14.00, 16.00 ve 18.00 saatlerinde tekrarlı gösterimi yapılıyor.

Konuşmanızın bir kısmında bahsettiğiniz gibi özgün kelimesi kapitalizmin kendini korumak için ortaya çıkardığı telif kavramıysa sanatçıların özgün olma çabası yine kapitalizmin mi işine yarıyor?

Her üretim pek çok insanın fikir ve becerisine dayanıyor. Özgünlük söylemi, bu gerçeği yadsıyarak tek bir kişi veya kurumu işin sahibi ilan ediyor. Böylelikle ürünün çevresinde aşılamaz sınırlar beliriyor. Birbirinden öğrenme ortamı desteklenmiyor. Sanata aynı muameleyi yapmadan önce endüstriyel bir ürünle farklı özelliklerini tespit etmek gerekir. Bir sanat ürünü fikir ve üretim düzeyinde gerçek anlamda bir kişiye ait olabilir. Bir sandalyenin ya da bir yapının baskın olarak tasarımcısının adıyla anılması ve endüstriyel bir ürünün devlet sırrı gibi korunması ile aynı şey değil bu. Tasarımcının, endüstricinin ve sanatçının kamudan esirgemesinin tutuculuk olduğunu düşündüğüm, işin bilgisi. Telif, çoğu zaman işin bilgisi üzerinde sürekli bir kontrol kuruyor. Garip olan çoğunluğun bunu içselleştirmesi ve uzantısındaki rekabeti normalleştirmesi. Kapitalizm bizim dışımızda bir sistem değil. Ondan mistik bir canavar gibi söz etmeyi çok anlamıyorum. Yaklaşımlarımız bu düzeni çok çeşitli biçimlerde destekliyor. Telif meselesi bunun çarpıcı bir örneği olduğu için sergi kapsamında konu edilmesi önemli.

  

Özellikle bu sene tavan yapan bir 80’lere geri dönüş durumu söz konusu. Siyasal ve kültürel anlamda 80’ler atmosferi kendini hissettirmeye başladı. Üretim ve tüketim anlamında da bu benzerliğin yaşandığını düşünüyor musunuz?

Siyasal ve kültürel anlamda dönemleri birbirine benzetmek mümkün. Ancak hiçbir dönemin birbirinin birebir kopyası olamayacağını idrak edelim. Bugüne bakarken geçmişin hortladığını değil, geçmişte tam anlamıyla çözülememiş olan ne varsa hepsinin yeniden gündeme geldiğini ve gerçek çözümlere gidilmediği takdirde tekrarlarını yaşayacağımızı düşünüyorum. Üretim ve tüketim konusunun sergide konu ettikleri ile ise bir benzerlik yok. Bunun ekonomik uygulamalara dayalı sebepleri var. Sergideki tarihçe Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne dâhil olduğu 1995 yılında bitiyor. O tarihten sonra 80’lerin ihracatı destekleyen devlet politikası, tam bir uluslararası rekabet yönünde değişime uğruyor. 1995 sonrası üretim ve tüketim başlı başına bir konu olarak değerlendirilmeli.

Paylaş:

İlginizi Çekebilir