Çocukluğumun Ankarasından nedense sadece iki güzergahı hatırlıyorum. Annemle Abidinpaşa’dan bindiğimiz dolmuştan Samanpazarı’nda iner, ya Çıkrıkçılar yokuşundan yukarı tırmanır, o tuhafiye cennetinin içine dalar ya da hale girip balıkların, sebze ve meyvelerin, sakatatların sıralandığı tezgahların arasına girerdik. İkinci güzergahı babamla kat ederdik. Yine Abidinpaşa’dan kalkıp, Emek ya da Bahçeli’ye giden körüklü otobüslerdi onunla bindiğimiz araçlar. Bunlar, kendilerine ayrılmış ortadaki yolda hızla gider, duraklarda neredeyse aralarında milim boşluk bırakmazdı. Eğer oturmadıysak ve en arkada ayakta duruyorsak ben arkamızdaki otobüsün içine bakardım merakla. Son durağımız Kızılay olurdu. Dönüşte ise Yeni Karamürsel’in önünde turnikeli duraklarda sıraya girerdik. Gelişimizin aksine tıklım tıklım olurdu otobüsler. Belki de ondandır hala bir yerden dönmeyi sevmem.
Bundan yüz sene önce birkaç otomobil vardı Ankara’da. Şehir dediğiniz zaten bir avuç mahalle. Bağlara gidip geliyor insanlar belki, o da atla eşekle. İlk otobüs de Cumhuriyet’le gelir Ankara’ya. Ulus’tan ve istasyondan Yenişehir’e giden Rusya’dan ithal burunlu otobüslerdir bunlar. Dolmuş’un trafiğe katılması ellileri bulur. Taşralılar yanlarında getirmiştir köy minibüslerini. Şehrin çevresine yerleşirler, gecekondu mahallelerine. Dolmuş ve onun kültürü öylesine dominant hale gelir ki yaşamımızda, arabesk onun hoparlörlerinden girer müzik literatürümüze.
Toplumsallaşmanın Araçları
Toplu taşım araçlarının şehirlileri taşırken toplumsallaştırdığını da düşünürüm. Çoğu kez yüz yüze oturur insanlar. Dolmuşlarda herkes bir aile kadar yakındır birbirine. Elden ele paralar uzatılır, virajlarda omuz omuza verilir. En arkada otursanız dahi şoförün trafikteki bir olaya verdiği iyi kötü bütün tepkileri duyarsınız. Diğerlerine göre özgürdür dolmuş. Her yer duraktır onun için: müsait bir yer, yolağzı, köşe, köprüden sonra ya da önce, ışıklara gelmeden ya da geçince. Camları açılabiliyorsa eğer ve insaflıysa şoför yazları serindir diğerlerine göre. Ama metrede bir değiştirilen vites, sık sık basılan fren, dur kalklar ve aceleci şoför birleşince amortisörlere bağlıdır artık konfor. Bütün bunlara bir de radyodan gelen sesler eklenirse o günkü enerjinize kalmış her şey. Eğlenceye de dönüşebilir yolculuklar işkenceye de. Dolmuşa yoldan binmek şansa bağlıdır biraz da, “dolmuş”sa eğer bir dahakine el kaldırırsınız. Otoriteye karşı küçük dayanışmaların yeridir her şeye rağmen dolmuşlar. “Lambayı geçine kadar çökelim abiler, polis görmesin”.
Belediye otobüsleri hantaldır dolmuşa göre. Resmiyetin olduğu yerde şansa kalmaz iş. Kalkmak için beklemez, saatinde kalkar(!). Uymadığı bir zaman cetveli vardır her zaman otobüslerin. Ayakta veya oturarak yolculuk edilir ve farklılığın olduğu her yerde olduğu gibi ortam bu yüzden biraz gergindir. Camdan dışarıya bakan genç gözlerin tepesinde ısrarcı teyzelerin inadına dikildiği yolculuklarda, güzergaha göre değişik manzaralar vardır. Genç kızların artık genç kız olduklarını bu otobüslerde öğrendiği de bilinir. Dokunmaya ve dokunulmaya hasret ademler için salt kalabalığın kendisi tahrik edicidir çünkü. Otobüs, kuralları da öğretir. Her istediğin yerde inemezsin öyle, düğmeye basar arka kapılardan inersin. Oku: Ayakta ve oturarak şu kadar yolcu taşır. Ön koltuklar hamile ve harp malullerine ayrılmıştır. Şoförle konuşmak yasaktır. Cep telefonuyla konuşmak, kimle konuşursan konuş, yasaktır.
Metro nedense matbaa kadar geç girmiştir hayatımıza. Güzergahı da durakları da sabittir. Ne zaman geleceği, durakta ne kadar bekleyeceği bellidir. Bütün duraklarda duracak, bütün kapılarını açacaktır. Yolculuk standarttır. Araç değişmez, makinist değişse de hiçbir şey fark etmez. Belirlenmiş yaşamın sonsuz güvenini metroda yakalar şehirli. Yağmura, kara, kışa göre keyfi değişen trafikten kurtulmuş şekilde randevusuna, işine, eşine yetişeceğini bilir. Herkes biraz daha dik oturur o yer altı trenlerinde. Dolmuşların o köylü samimiyetinden eser yoktur. Duraklarda inenlerle binenler birbirine karışsa da teknoloji her zaman başka bir şeydir ve kural tanımaz insanımızı elbet bir gün koltuklarda olduğu gibi duraklarda da hizaya getirecektir. Hiiişt! Sarı çizgiye basmayın!

Her Yolcu Bir Vatandaştır
Birbirini tanımayan yabancıları bir süreliğine tanışmaya, birbirlerini gözlemeye, birbirlerini az da olsun görmeye sevk ettiği için toplu taşım araçlarını severim ben. Her zaman kendisinde övünecek bir şeyler bulan milletimin temizlikle ne kadar içli dışlı olduğunu yaz günleri burnunuzun direği kırılarak buralarda öğrenebilirsiniz. Toplu taşım araçları kendimizle karşılaştırır bizi. Yanımızda, karşımızda oturan birilerinin konuşmaları, kavgaları, duruşları şehirli bireyi ayıltır. Oralarda öğreniriz ki bu şehir ve bu şehirde yaşayanlar bizden ibaret değil. Oralarda öğreniriz ki aslında sadece siyasetçiler değil, hepimiz bir koltuk için her şeyi yaparız. Dolmuşlarda şoför “kim parasını göndermedi” diye sorduğunda birbirinden şüphelenen bütün yolcular gözleriyle birer hafiye oluverirler. Nedense o bıçkın adamların yolcuları aşağılamasına kimse ses çıkarmaz. Şoför, o alemin kralı olur birdenbire bizse huysuz bir çobanın koyunlarıyızdır.
Belediye otobüslerinde eskiden fazla bilet istenirdi; şimdiyse kontör isteniyor. Birileri “yalvaran” gözlerle fazla kartınız var mı diye sorduğunda bazı gözler dışarı çevriliyor. Nedense “hayır, bende kalmadı,” diye cevap vermeye bile eriniyor yolcular. “Sen de adam mısın be, alaydın kartını, ezilmeyeydin,” der gibiler. Hepsi kuralları biliyor artık. Bir cep telefonu çaldığında sadece şoför değil herkes uyarıyor o kuraltanımazı. Tanrım modernleşiyoruz galiba. Milletimiz cep telefonlarıyla hassaslaşıyor, artık bir kolluk gücüne ihtiyaç duymuyor, kulakları tetikte bir kuraltanımazın telefonunun çalmasını bekliyoruz. “Beyefendi orada ne yazdığı görmüyor musunuz?”. Her kısa yolculuktan vatandaşlık görevini yapmış olmanın rahatlığıyla iniyorlar otobüsten. Ama “bilişim teknolojisinin” duyarlı şehirlisi sormuyor, on beş dakikalık mesafeler için kimler cep telefonuyla frenleri kilitlenen otobüsleri satın alır. Otobüs güzergahını düşünüp güneş görmeyen yerden bir koltuk kapmaya çalışan küçük hesapların adamı, küçük duyarlılıklarla inşa ediyor şehirliliğini. Duraklardaki kuyruğu dolaşan dilenciyi gösterip “rica ederim şuna para vermeyin efendim” diyor, “onun günlük gelirinden haberiniz var mı?”
Son metro yolculuğumda, inen bir yolcu biran önce binip yer kapmaya çalışan binenler kalabalığına, “ilk önce biz inelim,” diye çıkıştı. Oysa o da, diğerleri de önce inmeye ve önce binmeye çok meraklılar. O durakta binerken inenleri hırpalayanlar kendi duraklarına geldiğinde inenlere aynı şeyi söylüyorlar: “İlk önce biz inelim”. Maşaallah öncelik hakkını elde eden onu elinden hiç bırakmıyor. Metro bu, hızlı yaşamın toplu taşım aracı. İlk önce kimin ineceğini hızla öğreniyor şehirli birey. Az önce inenlerden papara yiyen yolcular kendi duraklarında ezilmişliğin acısını çıkartıyorlar. Üstelik önceleri inenlerin bir acelesi yoktu. Ama şimdi şehrin hızına yetişmenin dışında bir başka amaçları daha var herkesin, “kırk beş dakikada üç araçta tek bilet” uygulamasının muzdarip koşucuları onlar. Altmışlık teyzeler bile merdivenleri ikişer ikişer çıkıyor, turnikelerden neredeyse atlayarak geçiyor. Hız getirdi metro hayatımıza. Oysa bir zamanlar duraklarda, otobüslerde örgü ören teyzeler olurdu. Şimdiyse göz açıp kapayıncaya geçiyor hayat.

Hayır yanlış yazmadım. Hayatımıza dair bir şeyleri de değiştiriyor bütün bu araçlar. Modern zamanların şehirlisi biliyor ki bir trene yetişemediğinde üç dakika sonra başkası gelecek, onun için üzülmeye değmez. Bir sevgili gittiğinde üç güne bir başkasının geleceğini biliyor artık herkes.
Gitmemesi diye bir şey olamaz hanımefendi, mutlaka ineceksiniz bu metrodan, hangi durakta ineceğiniz size kalmış!
Bu da 2001 yılında yazdığım “Gazete Ankara” yazılarından biri. Bütün bu toplu ulaşım araçlarını çok kullandığım yıllar. O dönemden beri değişen çok şey yok. Dolmuşlar, otobüsle ve metro… Ankaray dedikleri hat bir metre uzamadı. Metromuz yerel değil ulusal bir mesele haline geldi, Çayyolu hattını belediye değil bakanlık bitirdi. Keçiören Metrosu’nun test sürüşlerine başlamasını “açılış” töreniyle kutladığımıza göre hizmete girdiğinde kırk gün bayram edeceğiz. Ama hakkını yemeyelim belediyemizin! Metro, dolmuş, otobüs derken yepyeni bir toplu ulaşım aracımız var Ankara’da. Teleferikten bahsediyorum. Yenimahalle’den Şentepe’ye giderken aziz Ankara’ya şöyle bir havadan bakıyorsunuz. Aşağıda milattan önce kalmış gibi duran gecekonduların yanında yirmi katlık apartmanlarıyla Şentepe ve çevresi şehirciliğimizle ilgili çok şey anlatıyor.
Kapak fotoğrafı Tahir A. Flickr hesabından alınmıştır.