Menu Kapat
Kapat

Twin Peaks’ten Emily in Paris’e: Şehirleriyle özdeşleşen diziler

Pusula Banner
Getting your Trinity Audio player ready...
Okuma Modu

Havalar yavaştan serinleyip okullar açılırken beliren; şehre, sorumluluklara ve gerçek hayata dönüş hissi sonbahardan önce kendini gösterdi. Yazın rehavetini üstümüzden atmaya çalışırken herkesin bizimle birlikte tatil dönemini geride bıraktığını bilmek de etkili tabii. Ofisler ve okullar kadar, şehrin etkinlik listesi de epey dolu.

Tüm bu koşturmacaya rağmen, kişisel olarak bu zamanlar bende kanepeme kıvrılıp bayıldığım dizileri tekrar tekrar izleme isteği uyandırıyor. İlk yağmur tanesi düştüğü an hırkasını giyip kahvesini koyan klişe olmayı göze alarak hem de. Benim gibilerin işine yarayacağını düşünerek evimizin konforundan bizi buluşturduğu şehirleri birer ana karaktere dönüştüren dizilere birlikte bakmak istedim.

New York ve Sex and The City

Otuzlarının ikinci yarısında, New York’ta yaşayan dört bekar kadının hayat ve ilişki problemlerini anlatan Sex and the City’i çok da tanıtmaya gerek yok. Zira dizi, devamında çekilen eklentileriyle neredeyse otuz yıldır hayatımızda. Dizinin ana karakteri Carrie, New York Star gazetesinde Sex and the City adında haftalık bir ilişki köşesi yazıyor. Kendi deneyimlerinin yanı sıra en yakın üç kız arkadaşının da ilişki hüsranlarını köşesine dahil etmeyi ihmal etmiyor.

HBO ekranında belirdiği ilk günden beri tartışmalara konu olan dizi, bağımsız ve bekar kadınların temsili açısından devrimci bir iş. Çoğu eleştirinin aksine erkek veya ilişkileri değil, kadınların bir metropolde varolma biçimlerini irdeliyor. Hem de bunu yaparken kendinden önce gelen dizilerin aksine, bu kadınlara hata yapma, bekar olma ve kendilerini keşfetme alanı tanıyor.

Dizinin beşinci ana karakteri de adından anlaşılacağı üzere New York’un ta kendisi. Carrie’nin en büyük aşkı olan şehrin mevsim değişimleri, karakterlerin hayatlarındaki dönüm noktalarıyla eşleşiyor. Dizide sık sık ziyaret edilen restoran ve barlar, şehrin o yıllardaki gastronomi rehberine dönüşüyor. Hiç gitmeyen bir izleyici bile diziyi bitirdiğinde New York’un detaylarına hakim oluveriyor. Belki de bu yüzden dizinin final sahnesi; Carrie’nin tüm diziye yayılan büyük aşkı Big’le mutlu sona kavuşmasındansa New York sokaklarında kendine güvenle yürümesi oluyor.

Stars Hollow ve Gilmore Girls

Sonbahar estetiği denince ilk akla gelen dizilerden Gilmore Girls, kurmaca bir kasaba olan Stars Hollow’da geçiyor. On altı yaşında hamile kalıp ailesinin evinden ayrılan Lorelai’ın sığındığı ve kızı Rory’i yetiştirdiği bu kasaba, Pinterest’ten fırlamış gibi. Aslen Warner Bros’un Kaliforniya’daki stüdyolarında çekilmiş olsa da kasabanın New England’dan, özellikle Connecticut’tan esinlendiğini söyleyebiliriz. Herkesin birbirini tanıdığı, yer yer birbirlerine destek olup yer yer birbirlerinin hayatlarına burnunu soktuğu, bayramların birlikte kutlandığı, mevsimlerin masalsı biçimde değiştiği güvenli ve tertemiz bir kasaba burası.

Dizi, Rory’nin doğup büyüdüğü yerden çıkıp başka bir şehirdeki yeni bir okula başlamasıyla yani konfor alanından çıkıp gerçek dünyaya adım atmasıyla başlıyor. Bambaşka maceralara atılan karakterimiz, ne olursa olsun her zaman Stars Hollow’da kendini evinde ve güvende hissediyor. Kasabanın esnafı ve yerlisi olan yan karakterler de Rory’le Lorelai’ın seçilmiş ailesi olarak konumlanıyor.

Los Angeles ve The Studio

Bu yılın en sevilen dizilerinden The Studio, sinema sektörüne dinamik ve eğlenceli bir bakış atıyor. Seth Rogen’ın başrolü üstlendiği ve Evan Goldberg’le birlikte yaratıcılarından olduğu dizi, son zamanların en eğlenceli komedilerinden. İşi için her bakımdan yetersiz Matt Remick, şans eseri Hollywood’un en büyük film stüdyolarından birinin başına geçiyor. Hayallerini gerçekleştirmek ve stüdyoyu batırmamak için çok çabalasa da başı bir türlü beladan kurtulmuyor.

The Studio, Los Angeles’a bir şehirden çok film stüdyosu olarak yaklaşıyor. Zaten Matt ve iş arkadaşlarının tüm hayatları işlerinden ibaret. Büyük bütçeleri yönettikleri için her daim strese girmek için bir sebepleri var. Bu yüzden şehre dair gördüklerimiz gündelik hayattan çok stüdyolar, gala ve parti mekanları, kırmızı halılardan oluşuyor. Sürekli koşturmaca halindeki karakterleri takip ederken şehre dair bazı detaylar yakalarsak şanslı hissediyoruz. Dizinin cazibesi, film endüstrisi ile özdeşleşmiş bu şehri, sinefillere layık bir halde yanstıması olabilir. Martin Scorsese, Bryan Cranston, Zoe Kravitz ve Charlize Theron gibi konuk oyuncular da cabası.

Paris ve Emily in Paris

Sex and the City’nin yaratıcısı Michael Patrick King’in elinden çıkan Emily in Paris, çokça nefret edilse de izlenme rekorları kıran bir romantik komedi. Bir son dakika gelişmesiyle iş için Paris’e taşınan optimist ve hafif saf Amerikalı Emily, Paris’in büyüsü ve Fransızların huysuzluğunu dengelemeye çalıştığı bir hayat sürüyor.

Emily’nin, Paris’i ilk kez gören hali ve tüm klişeleri sırayla deneyimlemesi, Netflix’in dev prodüksiyon bütçesi ve efsanevi kostüm tasarımcısı Patricia Field’in vizyonuyla birleşince ortaya hafif abartılı ama keyifli bir Paris tanıtımı çıkıyor. Anlayacağınız klişeler bazen işe yarıyor. Öyle ki dizinin sezon finalinde Emily, Roma’ya taşınınca, Fransa cumhurbaşkanı Macron, konuya el atmak zorunda hissetti. Dizinin şehrin tanıtımı için önemini vurgulayarak Emily’i Paris’e geri çağırdı.

Emily’nin deneyimi yalnızca turistik bir geziden ve mükemmel hamur işleri yemekten ibaret değil elbette. Paris, karakterimizi hem sınıyor hem de kendiyle tanıştırıyor. Şehirle birlikte, Emily de hayattan keyif almayı, riskten korkmamayı, işi hayatının odağına koymamayı, plansızlığı ve tutkuyu öğreniyor.

Twin Peaks ve Twin Peaks

David Lynch’in efsanevi dizisi Twin Peaks, aynı adlı bir kasabada geçen bir cinayet soruşturmasını konu alıyor. FBI ajanı Dale Cooper, Laura Palmer adında genç bir kızın cinayetini çözmesi için dışardan sorunsuz ve görünen bu kasabaya gönderiliyor. Zamanla hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını ve burada hiç kimsenin masum olmadığını anlıyor.

Twin Peaks üzerinden Lynch, kusursuz görünen klasik Amerikan hayatının ardındaki gizli vahşeti görünür kılıyor. Tüm gizemi ve bir bir ortaya çıkan sırlarıyla bu kasaba, her detayıyla zihnimize kazınan, büyülü bir deneyime dönüşüyor.

İstanbul ve Aşk 101

İstanbul denince akla çok dizi geliyor, biliyorum: İkinci Bahar, Yeditepe İstanbul, Süper Baba, Kulüp, Şahsiyet şehrin sokaklarını başrol haline getiren yapımlardan bazıları. Ama kişisel favorim–belki de pandeminin tam kapanma dönemine güneş gibi doğduğu ve bana ergenliğimi hatırlattığı için–Aşk 101. Doksanlı yılların sonunda bir grup liselinin hayatını izlerken şehrin ve tabii kendimizin özgür ve tasasız zamanlarını hatırlamamak imkansız.

Okulun en yaramaz dörtlüsü ve tertemiz inek öğrencisinin ortak bir belaya bulaşıp hep birlikte okuldan atılmamak için çabalamalarını izliyoruz. Tabii bolca ergen draması, aşk çabaları, nostaljik şarkılar ve İstanbul sokakları eşliğinde. Boğazda kayıkla bira keyfi, heyecanla gidilen rock konserleri, okul öncesi ayakta yenen su börekleri, köprüden geçerken arabadan kafayı çıkarıp atılan çığlıklar… Nostaljik her detayıyla Aşk 101’in İstanbul’u, seyircinin suratında kalıcı bir gülümseme bırakıyor.

Pawnee ve Parks and Recreation

Hayali bir kasabanın Park ve Bahçeler departmanında yaşananları anlatan Parks and Recreation, önemsiz görünen bir işi hayatının odağına alarak gerçek bir değişim yaratan bürokrat Leslie Knope’un hikayesi. Rakun istilasından obezite krizine türlü sorunlara sahip Pawnee kasabası, Leslie dışında herkes tarafından berbat bir yer olarak görülüyor.

Pawnee’de zaman geçirdikçe kimsenin bu kasabayı sevmemesi daha da mantıklı hale geliyor. Irkçı ve vahşi geçmişi, kasabalıların huysuz ve değişime direnen halleri, bütçe kısıtlamalarından sebepli görsel felaketler bizi de ikna ediyor. Leslie’nin bitmeyen çabaları sayesinde Pawnee, günün sonunda yaşanılası bir yere dönüşse de her daim dünyanın en absürt ve komediye müsait kasabası olarak aklımızda yer ediyor.

Londra ve I May Destroy You

Michaela Coel’in yazıp yönetip başrolünü üstlendiği I May Destroy You, tecavüz sonrası yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışan Arabella’yı odağına alıyor. Bir akşam dışarı çıkan ve ertesi sabah uyandığında olanları hatırlamayan karakterimiz, zaman geçtikçe o gece uğradığı cinsel saldırının detaylarını hatırlamaya başlıyor.

I May Destroy You, hem ritmi hem de yaratıcı seçimleriyle insan hafızasını taklit ediyor. Arabella’nın hatıraları ve vermiş olmayı umduğu tepkiler, gündelik hayatıyla birleşiyor. Londra’da geçen dizide şehir, bahsettiğim diğer dizilerdeki gibi bir role sahip değil. Daha çok ana karakterin deneyiminin arka planı olarak işliyor. Ancak Londra’nın Arabella’da yarattığı baskı ve yetersizlik hissi, seyircinin de hissettiği tekinsizliği besleyen bir araca dönüşüyor.

Ankara Havası

Paylaş:

İlginizi Çekebilir

Gizliliğe genel bakış

Bu web sitesi, size mümkün olan en iyi kullanıcı deneyimini sunabilmek için çerezleri kullanır. Çerez bilgileri tarayıcınızda saklanır ve web sitemize döndüğünüzde sizi tanımak ve ekibimizin web sitesinin hangi bölümlerini en ilginç ve yararlı bulduğunuzu anlamasına yardımcı olmak gibi işlevleri yerine getirir.