Sokakta yürürken uzun zamandır sahip olmak istediğimiz bir şey aniden karşımızda belirir. Veya bazen onu aramak için biz bir girişimde bulunuruz. Biraz inceledikten sonra ona sahip olmak için ödenmesi gereken parayı sorgularız. Hatta kimi zaman önce fiyatını sorgularız, çünkü zihninde ona karşılık gelen bir bedel vardır ve bunun ölçülüp tartılması gerekir.
Birden şaşırırız, çünkü ucuzdur. Zihnimizdeki karşılığının çok altındadır. Ona sahip olmak için büyük bir fedakarlık yapmamıza gerek kalmaz. Kredi kartındaki limitimizi denkleştirmemize, büyük taksitlerin altına girmemize ya da bankamatikten para çekmemize bile gerek yoktur. Alıp eve gittiğimizdeyse, kelepir bir malın yarattığı tatminle hatta kimi zaman bu fırsatı elde edebilmenin mekansal ve zamansal doğruluğuyla keyifleniriz.
Bazen sırf ucuz olduğu için almayacağımız şeyi bile alma dürtümüzle baş başa kalırız. Kendimizi ilerde ihtiyacımız olabileceğine ikna etmemiz gerekir. Durumu irdelerken ürünün üzerindeki davetkar turuncu etiketin altından ilk satış fiyatı göz kırpar. “Vay be,” deriz o anda, “bunu bu fiyata satıp hala para kazanabiliyorlar demek ki” diye düşünmeye başlarken, ucuzluğuna yenik düşeriz. Ya da bazen ona bile gerek kalmaz. Ucuz olması ikna olmak için yeterlidir.
Satın alma davranışını sergilerken beyin bu ve benzeri bir takım sorgulamalar yapar. Öncelik kendi ekonomik şartlarımızı sorgulamaktadır. Günün sonunda, o bağımsızlığı koruyacak şekilde tüketmek, insanın kendini koruma ve hayatta kalma biçimidir.
Ama birkaç dakikalığına beynin bu tartışmasına kısa bir ara verelim. Ucuz olması gerçekten bir şeye sahip olmak için yeterli bir sebep midir? Veya ucuz olması bizi başka konularda düşünmemiz için tetikleyebilir mi?
Bu konuda düşünmeye başladığımızda aklımızda birkaç soru belirir. Mesela bir ürün nasıl üretiliyor, kaç paraya üretiliyor? Üretici, marka, satıcı ayrı ayrı ne kadar kazanıyorlar? İşçi hangi koşullar altında çalışıyor? Bu soruların cevaplarına ulaşmaksa artık soruyu sormak kadar kolay değil. Çoğu son derece bilinçli bir şekilde üstü kapatılan bu bilgilere ulaşmak için biraz didiklemek gerekiyor. Kendi yaptığımız didikleme yolculuğuna sizi de dahil etmek istiyoruz. Gelin birlikte göz atalım.
Şöyle başlayalım. Bir giyim markasının sahibi olduğumuzu düşünelim. Bunlarca yıl kendi ürünlerimizi üretmiş, üretimden satışa bütün sorumluluğu kendimiz göğüslemişiz. Bir süre sonra birileri bize üretimle uğraşmamız gerekmediğini, üstüne üstlük artık uğraşmamız gerekmeyen tüm bu işleri, bizden 10 kat daha az maliyetle yapabileceğini söylüyor. Yönettiğimiz milyonlarca doların stresi altında ezilirken, bir bakıyoruz ki bu sefer turuncu etiket fabrikanın üzerinde sallanıyor. İşkillenir misiniz?
Naomi Klein da No Logo kitabında tam olarak bu turuncu etiketli fabrikaları anlatıyor. Küresel markaların hayatlarımıza yerleşme biçimlerini ve madalyonun öteki yüzünü, yani yalnızca tüketicinin değil üreticinin de varlığını anlamamıza yardımcı olan bu kitapta, üreticiyi düşündüren tonlarca olayı aktarıyor. Bunlardan biri, Kanada’da uzun yıllar yerli kumaş ve yerli üreticilerle kaban üretimi yapan bir markanın, üretimini ucuz işgücünün olduğu bir ülkeye taşımasıyla başlıyor. Üretim bedelinin 10 misli ucuzlamasıyla markanın üretim hacmi artıyor. Mağazalar, markanın sunduğu çeşitlerden ve fiyatlardan memnun müşterileriyle doluyor.
Üretimin 10 misli ucuzlamasını sağlayan, gelişmemiş ekonomisi ve ucuz insan gücüne sahip sıcak bir ülkede, üreticiler bir kabanı tarif edemeyecek kadar konuya yabancı. Kaban ne ki? Ne üretiyorlar? “Kolları ve paçaları bileklere kadar uzanan bir yelek” diye kırık dökük tarif edebiliyorlar. Çok önemli değil. Üretiyorlar ve hayatta kalmaya çalışıyorlar.
Bir başka anekdotta genç bir kadın, çoğumuzun algılayamayacağı kadar karmaşık bir bilgisayarı üretiyor. “Ne kadar zeki olmalı!” diye düşünüyor Klein. Oysa üretmeyi bilmesi, kullanmayı bildiği anlamına gelmiyor. Ne ürettiğini hayal bile edemediğini aktarıyor genç kadın.
Ucuz ürün, üreticinin ürettiğine yabancı olduğu bir dünyayı anlatıyor aslında. Kendi hayatında karşılığı olmayan bir nesneyi meydana getirmek için emek sarf eden bir insan kendisi. Yerine kimin geldiğinin çok da önemi yok. Yerine gelecek olan kişinin gerekli beceri seviyesini tamamlayabilmesi yeterli. Kötü koşullarda yaşadığının çoğu zaman farkında. Haklarını istemesiyse çok tercih edilmiyor. Eğer bir birim emek karşılığında yarım birim maaşa tav olacak çaresizlikte iki kişi varsa bu yalnızca daha fazla üretimi daha ucuza yapmak demek oluyor. Yani değmeyin o markanın keyfine. Ve içinde bulunduğu ekonomik düzende, işsizlik ve varoluş mücadelesinde, hayır diyemeyecek kadar kırılgan insanlar, fabrikalarda ürettiklerine yabancı hayatlarına devam edebiliyorlar.
Peki ya tüketen kişi? O duruma ne denli aşina? Diyelim ki A markasından aldığınız bir ürünün etiketine baktınız. Bu sıcak ve gelişmemiş ekonomilerden birinde değil de, nispeten daha iyi koşullarda olduğunu bildiğiniz bir ülkede üretilmiş. Bu ürünün masum olduğuna dair yeterli bir kanıt olmayabilir.
Andrew Morgen, True Cost belgeselinde tekstil ürünlerindeki kirlenmişliğinin, çoğu ürünün ham maddesi olan pamuğun üretiminden başladığını anlatıyor. Gelişen moda trendleri, hem hızlı hem de daha farklı biçimlerde üretilmesi gereken pamuk ihtiyacını doğuruyor. Çiftçiye doğanın döngüsünün dışında dahi üretim yapmasını sağlayan genetiğiyle oynanmış bir tohum satılıyor ve beraberinde toprağa ekilmesi gereken onlarca kimyasal. Cebindekinden çok daha fazlasını adeta bir fabrika gibi kullanılan toprağa yatıran çiftçi her geçen gün borçlanıyor ve borcunu ödeyemediği noktada toprağını kaybediyor. Ve dünyadaki pamuğun çok büyük bir kısmı bu bedelleri ödeyen hayatların sayesinde üretiliyor.
Şimdi beyin hemen kendini suçlu hissetti değil mi? Ne yazık ki artık tam anlamıyla masum bir insan olmamız çok zor. Çünkü üretim ve tüketimdeki ilişkiler oldukça karmaşıklaştı. Kendi cebimize giren paranın bile hak ettiğimize karşılık olduğundan emin olmayabiliriz. Suçlu olmanın aksine, oldukça az kazanıp, adaletsiz bu düzenden nasibimizi biz dahi almışken, ucuz olanı tercih etmek zorunda kalmamız bizi doğrudan suça ortak değil, bedel ödeyen diğer milyarlarca insandan biri yapar diyebiliriz.
Ama hemen enseyi karartmayalım. Çünkü her ne kadar hikâye iç karartıcı olsa da yabancı olduğumuz hayatlara aşina olabileceğimiz, şeffaf bir dünya yaratmaya çalışan insan sayısı oldukça fazla. Ve onları çok uzaklarda aramamıza gerek yok, biz de bildiklerimizi sizlere tanıtacağız!
Dememiz o ki ucuz ürünle karşılaştığımızda kendimize yeni sorular sormamız güzel bir başlangıç olabilir. Kısaca biraz işkillenip, olayın özünü arayan Sherlock Holmes kılığına bürünmek, daha adaletli bir dünyanın kapılarını aralarken, hayatımıza yepyeni bir heyecan da kazandırabilir. Farkındalığın ve kararlılığın heyecanını.
Serinin ilk bölümü: Şeylerin Hikayesinin İzinde