Nisanın son günleri, hava mevsim normallerinin bir hayli üstünde, güneş tepemde dikiliyor. Nisan aynı zamanda Ankara Film Festivali’nin başladığı dönemdir. Uzun zamandır merakla beklediğim bir filmi izlemek için Festivalin gerçekleştiği Kızılay Büyülü Fener Sineması’na gideceğim, sonrasında uzun zamandır görüşmediğim arkadaşlarımla Sakarya Caddesi üzerindeki Net Piknik’te buluşacağız. Yüksel Caddesi metrosundan çıkıyorum; metronun içinde çalışmayan X-ray cihazlarının içerisinden geçiyorum ve yine çalışmayan yürüyen merdivenlerden yukarı çıkıyorum. Kalabalığın içinden yürüyorum, genel olarak Ankaralıların tercih etmediği şekilde üst geçidi kullanıyorum. Baharın gelişiyle yeniden yeşillenmiş ağaç dallarının gölgesi eşliğinde yürüyorum. Goethe Institut’un önünden geçiyorum; buradaki kütüphaneyi kullanmak için uzun bir kuyruk oluşturan öğrencilerin yanından biraz daha yürüyorum. Olgunlar Sokak’ın başına geliyorum. Burada Metin Yurdanur’un Madenci [1] heykeli karşılıyor beni. Bu heykel 1991’de sendikal hakları için Zonguldak’tan Ankara’ya yürüyen 100 bin maden işçisi adına yapılmıştı. Hala sapasağlam ve gururla dikiliyor caddenin üzerinde.
Heykeli geçiyorum, çadırların altında kitaplarını raflara dizmiş kitapçılar karşılıyor bu sefer de beni. Ne yazık ki buradaki birçok kitapçı artık sadece test kitabı satıyor. Bilenler bilir, eskiden bu kitapçılarda piyasada zor bulunan kitaplar satılırdı. Şimdi ise sadece KPSS ve yabancı dil kitapları var. Kitapçılar bir elinde ince belli çay bardağı, diğer elinde sigara ile diplomalarından ümidi kesmiş, memur olma hayalleri kuran üniversite gençliğine yardımcı olmaya çalışıyor. Son zamanlarda şehrin içerisinde dolaşırken yaşadığım huzursuzluk hissi yeniden kendini gösteriyor. Adımlarımı hızlandırıyorum, yokuş yukarı tırmanıyorum. Gençlerbirliklilerin sıklıkla uğradığı Alerta’nın önündeyim. Taraftarı olduğum Gençlerbirliği için morallerimiz bir süredir bozuk, takım iyi netice alamıyor ve küme düşme potasında. Bu şehirde en son ne zaman iyi bir şey oldu zaten? Canım sıkılıyor, yokuş yukarı doğru çıkmaya devam ediyorum. Saatime bakıyorum, filmin başlamasına biraz daha var, film başlayana kadar Yalçın Abi’nin işlettiği Livorno’da bir bira içmeye karar veriyorum. Baharda gündüz içilen biraların kıymeti başkadır. Mekana giriyorum, Yalçın Abi’yle merhabalaşıp, tek kişilik masama geçiyorum. Soğuk bir bira söylüyorum. Etrafa bakıyorum, mekan içerisinde yer alan efsane futbolcu “Doktor” lakaplı Sokrates’in fotoğrafıyla karşılaşıyorum; mahallenin en şık abilerinden biriydi, saygıyla selamlıyorum.
Biramdan bir yudum alıyorum, gözüme karşı masada oturan birisi takılıyor. Ona ne kadar da benzediğini fark ediyorum. Saçlarının ucundaki sarı tonlar güneş ışığıyla birleşince harika bir ahenk oluşturmuş; tıpkı onun gibi. Dikkatle onu izliyorum, o olabilme ihtimali üzerine düşünüyorum, kalbim heyecanla atmaya başlıyor; hareketlerini takip etmeye çalışıyorum. Tam karşısında oturan arkadaşıyla bir şeyler konuşuyor, arada telefonuna gelen mesajları kontrol ediyor; saçlarının uçlarıyla oynuyor, arkadaşının anlattıklarına gülüyor, gülerken gözlerini kısıyor tıpkı onun gibi harika bir şekilde gülüyor. Hareketleri ne kadar ona benziyor ama maalesef o değil. İçerisine düştüğüm kısa süreli hayalden uyanıp, kendi gerçekliğime dönüyorum.
Bazen olur, birisini çok seversiniz ve hayatınızın tamamı o kişi olur. Dünyayla tek bağlantınız haline gelir. Yürüdüğünüz bütün sokaklar ona çıkar; yolda, mekanda gördüğünüz herkes kaçınılmaz şekilde ona benzemeye başlar. Tanıştığınız her insanda onu görürsünüz; sohbetlerde, şarkılarda, filmlerde, satır aralarında hep ona benzeyenleri arar, onu düşünürsünüz. Ben de uzun süredir benzer duyguları yaşıyorum. Onu düşünmekten bir türlü kendimi alamıyorum, aklım hep onda. Sonra biramdan bir yudum alıyorum, onu ne kadar özlediğimi fark ediyorum. Uzun zamandır görüşmediğimizi, konuşmadığımızı fark ediyorum, özlemim artıyor. Gündelik hayat üzerine sohbetlerimizi, karşılıklı anlamlı sessizliklerimizi düşünüyorum, “keşke şimdi karşımda otursaydı,” diye iç geçiyorum. Belki aramıştır diye telefonumun kilidini açıyorum. Bomboş bir ekran çıkıyor. Cevapsız çağrı: 0. Mesaj: “Bilmem ne mağazasında indirim…” Hayal kırıklığı içerisinde telefonumu kapatıyorum. Fonda Ortaçgil çalmaya başlıyor: “Sen hep kendine önlemler aldın, ben kendime yasaklar koydum bu su hiç durmaz”.
Saatime bakıyorum, filmin başlamasına az kalmış. Hesabı istiyorum, kalan biramı içiyorum, Yalçın Abi’yle vedalaşıyorum. Yoğun bir melankoli duygusuyla Büyülü Fener’e doğru yola koyuluyorum. Olgunlar’ın en güzel barlarından Fikrim’i geçiyorum. Fikrim’den harika bir Birsen Tezer şarkısı yükseliyor. Yokuşu çıkıyorum, 1964’ten beri açık olan Kent Erkek kuaförünü geçiyorum. Sola doğru dönüyorum. Güneş tepede ısıtıcısını açmış hepimizi yakmakta. Bu havada İlhan İrem gibi simsiyah giyindiğim için kendime kızıyorum. Kızılırmak Sineması’nın önünden geçiyorum. Burası bir dönem Avrupa sanat sinemasından önemli filmleri gösterirdi. Şimdi sadece popüler filmler göstermesine içerliyorum biraz ama diğer yandan da Ankara’nın en eski sinema salonlarından biri olarak hala hayatta kalmasına seviniyorum. Sola doğru dönüyorum yokuş aşağı iniyorum. Büyülü Fener’in önüne geliyorum. Festival sebebiyle sinemanın etrafı çok kalabalık. Tanınmış yönetmenler, eleştirmenler kendi aralarında hararetle konuşuyorlar. Gişeden biletimi alıyorum. Filmin oynadığı salona geçiyorum. Filmlere genelde yalnız giderim; sinema yalnızlar için iyi bir teselli aracı. Tıpkı Geoff Dyer’ın dediği gibi: “Ah sinema, büyük şehirlerdeki yalnız genç kadın ve erkeklerin tesellisi”.
Film bitiyor, ışıklar yanıyor. Sinemadan çıkıyorum. Arkadaşlarımla Sakarya Caddesi üzerindeki Net Piknik’te buluşmak için yola koyuluyorum. Yokuş aşağı yürümeye devam ediyorum. Hatay Sokak’a geliyorum. Burası sağlı sollu müzik dükkanlarının olduğu bir sokak. Dükkan vitrinlerine asılmış İbanez ve Les Paul marka gitarlar tüm ihtişamıyla duruyor. Devam ediyorum, Modern Kıraathane karşılıyor bu sefer beni. Floresan ışığın altında tüm ciddiyetleriyle okey, tavla, kağıt oynayan abiler, dünyadan kopuk bir şekilde hayatlarına devam ediyorlar. Buranın en önemli özelliği ise bir dönem Enis Batur gibi edebiyatçıların buluşma yeri olması. Yürümeye devam ediyorum. Hava ufaktan kararmaya başlıyor. Gündüz sıcaklığı, yerini serinliğe bırakıyor. Rüzgar, ağaç dallarını oynatıyor. Güneş, yerini ufaktan Ay’a bırakıyor. Yıldızlar, etraftaki tüm ışık kirliliğine rağmen kendilerini gösteriyor. Adımlarımı hızlandırıyorum. Selanik Caddesi’ndeyim. Yokuş aşağı doğru ilerliyorum. Tıpkı Konur Sokak’ta olduğu gibi burada da kahveci ve tavuk dönerci popülasyonu dikkat çekiyor. Blade Runner filmini andıran bir led ışık kirliliği var, adımlarımı hızlandırarak uzaklaşıyorum.
Yolun sonuna geliyorum. Caddenin karşısına geçiyorum. Köprünün altından Sakarya Caddesi’ne giriyorum. Buluşma saatine göre erken geldiğim için biraz Sakarya Caddesi içerisinde dolaşmaya karar veriyorum. Yolun ortasındaki çiçekler baharın gelişiyle rengarenk gözüküyorlar. Yürümeye devam ediyorum. Sakarya meydanının tam ortasındaki heykelin oradayım şimdi de. Meydan yine çok kabalık. Gitar çalanlar, dans edenler, selfie çubuklarını gökyüzüne doğrultup yaşadıkları anı ölümsüzleştirenler çoğunlukta. Heykelden sağa doğru dönüyorum. Balıkçılar, tezgahtaki balıkları suluyorlar, diğer taraftan etraftaki dükkanlardan balık kızartması kokusu yayılıyor. Balıkçı dükkanın tam karşısında her daim kasetçalarından Müzeyyen Senar dinleyen dürümcü abi, mangalını yakmaya başlamış, kömürleri özenle yerleştiriyor. Adanaları şişe cerrah titizliğinde diziyor. Bir zamanlar Sakarya’daki en güzel meyhanelerden Kumsal’ın yerine yapılmakta olan inşaatın yanına geliyorum. Kumsal’ın terasında bahar aylarında akşamüstleri içilen rakının tadı bir başka oluyordu. Hem kahvaltıyı bilmem ama gündüz rakılarının mutlulukla bir ilgisi olduğu gayet açık. İnşaat alanının önündeki duvarların üzerinde “Ahmet Arif, Cemal Süreya’ya orada bıçak çekti, orada!” yazılı. İlginç bir karşılaşma olmuş öyleyse, diyorum, yoluma devam ediyorum. Sakarya Caddesi üzerinde sağlı, sollu sıralanmış birahanelerinin önünden geçiyorum. Bu sokağın en meşhur iki birahanesinden Özen Lokantası yine çok dolu. Gündüzün erken saatlerinde burada içmeye başlayan abiler yoğun sigara dumanı eşliğinde içkilerini yudumluyorlar. Bazıları heyecanla ekrandaki at yarışını takip ediyor, bazıları da ifadesiz bir suratla caddeyi izliyor. Gündelik hayatın ve zaman algısının içerisindeymiş gibi bir ruh halleri var. Sanki dünyanın tüm sırrını çözmüş gibiler.
Sokağın etrafında dolaşıyorum. Sakarya Caddesi etrafındaki türkü barlardan ve publardan müzik sesleri yükselmeye başlıyor. Artık, arkadaşlarımı beklemek için Net Piknik’e geçiyorum. Bulduğum boş bir masaya oturuyorum. Kendime bir bira söylüyorum. Telefonumun açıyorum, belki cevapsız arama olmuştur, o aramıştır diye ama yine bomboş bir ekran karşılıyor beni. Telefonumun ışığını kapatıyorum. Biramdan bir yudum alıyorum dışarıda gidip gelen kalabalığa bakıyorum ve onu ne kadar özlediğimi fark ediyorum. Karşı binadan bir melodi yükseliyor, Mazhar Alanson söylüyor: Hüznün Kuşları.