Babamın Kanatları filmiyle tanıştığımız Kıvanç Sezer’in ikinci filmi Küçük Şeyler vizyona girdi. Gezici Festivali kapsamında Ankara’da izlediğimiz filmin akabinde film ekibiyle kısa bir sohbet gerçekleştirdik.
Dünya prömiyerini Karlovy Vary Uluslararası Film Festivalinde yapan film, “56. Altın Portakal Film Festivali”nde Alican Yücesoy’a “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü, filmin kurgusunu üstlenen Selda Taşkın’a da “Cahide Sonku Ödülü”nü getirdi. “9. Malatya Uluslararası Film Festivali”nde de “En İyi Film” seçilen “Küçük Şeyler”, “En İyi Erkek Oyuncu” ödülünü Alican Yücesoy’a “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü de Başak Özcan’a kazandırdı. Ayrıca “33. Herceg Novi- Montenegro Film Festivali”nde de filmdeki performansıyla Alican Yücesoy “En İyi Erkek Oyuncu” ödülüne değer görüldü.
Üçleme olarak planlanan serinin ikinci filmi, ilk film olan Babamın Kanatları’nda henüz inşaat halinde gördüğümüz siteden ev almış beyaz yakalı bir çiftin hayatına odaklanıyor. Filmin konusuna kısaca bakacak olursak, Onur gerçeklikten kopuk, sorumluluk almayan bencil bir insan ve büyümemiş bir erkek çocuğu gibidir. Öğretmen olan Bahar ise Onur’un aksine ayakları yere basan, geldiği sınıfsal konum sebebiyle risk almaktan çekinen bir bireydir. Bu farklılıklar, Onur’un üst düzey yönetici olarak çalıştığı ilaç şirketindeki işinden çıkarılmasıyla beraber; çiftin ev kredilerini ödeyemez hale gelmeleri ve yaşam standartlarındaki değişim sonucu patlak veren kavgalarla gün yüzüne çıkar.
Film, ilk bakışta bir ilişki draması gibi görünürken aynı zamanda kurumsal yaşamın sahte ve saçma yönlerini absürt komedi türünde yüzümüze vurarak izleyiciye kendi hayatını sorgulatıyor. Çalışma hayatına, beyaz yakalılığa ve özellikle plaza dünyasına sıkışmış herkesin filmde kendinden bir şeyler bulması kaçınılmaz.
Keyifli sohbetimize geçerken yazının devamında filmi henüz izlememiş olanlar için ufak tefek spoiler’lar bulunduğunu hatırlatmak isterim.
Küçük Şeyler filmi için Kültür Bakanlığı desteği alamadınız, bu durum yurt dışındaki festivallere katılım ya da kabul sürecini etkiliyor mu?
Kıvanç Sezer: Hayır festivallere katılımı etkilemiyor. Eurimages gibi yurt dışından alınan yapım ve dağıtım fonlarında kendi ülkenden destek almış olman gerekiyor. Ama yeni yönetmelikle birlikte bu sorunlar da başka şekilde çözülebiliyor. Kültür Bakanlığı desteği alamadığımızı ilk zamanlarda fazlaca dile getirdik; destek alamadık ama biz bu filmi başka bir şekilde yapacağız, diye duyurduk. Kültür Bakanlığı’na yılda 400-450 başvuru oluyor ve bunların 20-30 tanesine destek veriliyor, yani sadece ben değilim destek alamayan o yüzden bu argümanın üzerinde daha fazla durmadık. Bunun arkasına sığınarak bir mağduriyet durumu yaratmak istemedik. Destek alamamak önemli değil; şu mesajı vermek daha önemli: “Bir filmi gerçekten yapmak istiyorsanız o filmi yaparsınız.” Tabi önemli olan gerçekten istemek ve yapılabilir bir şeyler yazmak.
Farklı türlerde film yapmak risklidir. Küçük Şeyler de Babamın Kanatları’ndan farklı bir yerde, absürt komedi unsular barındırmakta. Bildiğiniz sulardan çıkıp farklı bir türde film yapmak size nasıl hissettirdi, kaygı mı yoksa heyecan mı uyandırdı, yazım süreci nasıl geçti?
K.S: Kaygı olmadı. Bir süre filmi yazarken şuna inandım; bu filmin böyle bir tonu olmalı. Bu film biraz Ionesco’dan beslenmeli, biraz Mike Leigh’den esinlenmeli, biraz daha absürt tiyatronun bir takım unsurlarını barındırmalı. Orta sınıfın daldığı yerlerden, Harold Pinter’dan esinlendiğimi, buralarda yüzdüğümü fark ettim ve ne kadar açılıyorsa oraya kadar gittim. Zihinsel olarak kendimi açık bıraktım, herhangi bir kısıtlama koymadım. Bu hikâyenin buna ihtiyacı olduğu için böyle ilerlendi. Bu yüzden hikâyeye göre zihni özgür bırakmak önemli.
Beyaz yaka hikayelerini çoğunlukla varoluş kaygısı üzerinden anlatan filmler izliyoruz. Aslında dönüp hayatlarımıza, çevremizdeki beyaz yaka yaşantısına baktığımızda genellikle filmle paralel, hayatı anlamlandırma üzerine bir kaygısı olmayan, entelektüel olarak kendini doldurmaya çalışmayan, tüketerek var olabilen bir sınıf görüyoruz. O yüzden filmde yansıtılan beyaz yakalı örneği tam da içinde bulunduğumuz gerçeklik.
K.S: Evet, varoluş değil bir boşluk kaygısı var, bu filmde de Bahar üzerinden ve Onur üzerinden bunu çok konuştuk. Bu insanlar biraz havada asılı kalmış durumdalar çünkü bazı yönleri ile gerçek değiller. Alt sınıfa baktığınızda gerçektir. Eleştirebilirsiniz, kızabilirsiniz ama gerçektirler. O, o insandır! Üst sınıf da gerçektir. Çıkarları, hedefleri çok nettir, stratejiktir fakat o da gerçektir. Ama orta sınıf ne devedir ne kuştur diyebiliriz. En azından Türkiye özelindeki orta sınıfın böyle bir kültürel boşluk durumu var. Onu da tüketim ile kapatmak istiyor. Dolayısıyla sohbetlerinde de neyi tüketiyorsa onu konuşuyor.
Başak Hanım, sizin canlandırdığınız Bahar karakteri Türk sinemasında örneklerini daha sık izlemek istediğimiz bir kadın. Kadınlar sürekli olarak Onur gibi erkeklerle karşılaşıyor ve Onur’u besleyen toplumsal zihniyetle çatışıyor. Siz rolünüzü ilk okuduğunuzda ne hissettiniz?
Başak Özcan: Ben çok severek oynadım Bahar’ı. Çok güçlü bir karakter ve hikâyede gittikçe de güçlendi Bahar. Kendi kararlarını kendi verebilen ve bana karışma diyebilen gözünü içeri çevirebilen bir kadın oldu. Ben de çok mutluyum bu noktadan baktığımızda. Genelde kadınlar bir şey istediğinden “daha çocuksu” hiç bitmek bilmeyen istekleri olan kişi olarak lanse ediliyor. Burada tam tersini gösterdik, Onur evin ergen çocuğu Bahar ise ayakları yere basan, aklıselim kadın.
Dikkatimi çeken bir husus da filmde kitap okurken yalnızca Bahar’ı görüyoruz.
Bahar başından beri de bahsettiğimiz gibi sosyoekonomik olarak daha makulken, Onur ve Onur’un arkadaş grubu gerçeklikleriyle çelişen samimiyetsiz ve hatta Bahar da bu sahte dünyaya yer yer tahammülsüz.
Başak Özcan: Evet. Bahar’ın burada sınıfı da başka, orta sınıfa sıçramış alt sınıftan bir öğretmen ve tam o iki sınıf arasında kalmış. Onur’un kurduğu ilişkilerin dışında bir ilişki kuruyor. Emekle doğrudan bir ilişkisi var. Daha gerçekçi bir hayatın içinde, daha sahici şeylere temas ediyor. Tabi ki o da orta sınıfın bütün konforundan yararlanmak istiyor ama bu koşullar değişince kendini sorgulayıp geliştiren bir karakter. Onur her şeyi değersizleştirirken Bahar sürekli kendine sahip çıkıp haysiyet savaşı vermek zorunda kalıyor. Filmde erkek karakterin ‘küçük şeyler, önemsiz şeyler bunlar’ diye geçiştirdikleri aslında bizim hayatımızı oluşturuyor, gündelik pratiklerimiz var bizim, koca koca şeyler yaşamıyoruz her gün hayatta, o yüzden çok kıymetli Bahar’ın bu savaşı.
K.S: Bahar bu savaşı verdiği için olduğunu sandığı kişi. Ama Onur’un böyle bir dilemması var, olduğunu sandığı kişi ile olduğu kişi aynı değil. Bunu da bir türlü kabul etmiyor zaten Onur’un çelişkisi de burada başlıyor.
Babamın Kanatları’nın müzikleri için Bajar ile çalışmıştınız. Filmin mimarisinin, müziğinin sesiyle birbirine benzemesi gerektiğini söylemiştiniz. İnşaattaki sesleri rock müziğe benzetmiştiniz. Bu filmde de mekan olarak sık sık hiç geçirgenliği olmayan, insan ölçeğinden çok uzak ve çok soğuk kütle yapıları görüyoruz fakat filmde klasik müzik ve daha soft müzikler duyuyoruz. Bu film için müzik seçiminizi ne etkiledi?
KS: Babamın Kanatları için düşündüğümüz bir şeydi o. Tabi ki film mimari ile uyumlu olmalı ama bir taraftan bakınca da hikâyenin duygusunu destekleyen müzikler de kullanılmalı. Bu filmde ben farklı türleri kullanmak istedim; fasıl da var, disco da var farklı farklı ambiyans müzikleri de var.
Babamın Kanatları kendine sadece 18 salonda yer bulabilmişti. Küçük Şeyler de ilk seferde 100 salonda gösterime girdi. Bağımsız sinema adına bizleri çok mutlu eden bir gelişme oldu. Bu kapıların açılmasını sağlayan şu an vizyonda salonları bloke eden ana akım filmlerin olmaması mı yoksa film dağıtımcınızın değişmesi mi? Ödüllerin salon sayısına etkisi oluyor mu?
KS: Beni de çok mutlu etti. Sebebi ödüller değil kesinlikle. Ödüller ters etki yaratır, tam tersi kapıları kapatır, seyirci ‘bu çok ödül almış sıkıcıdır, gitmeyelim’ der. Bu sefer çalıştığımız dağıtımcı filmin içindeki mizah duygusu ve anlattığı hikâyenin seyircinin kendisini yakın hissedebileceği etkisiyle bu salonları zorladık. Dünya prömiyerinin gerçekleştiği Karlovy Vary Film Festivali’nden bu yana biz de elimizden geldiğince bu filmi duyurmaya çalıştık. Mesele 100 salonda gösterime girebilmek değil 100 salonda kalabilmek. Biz bu 100 salonda 2 hafta kalabilirsek en azından izleyen insanların da bir diğerine söyleyerek kulaktan kulağa yayılması sağlanır. Çünkü bizim reklam, tanıtım yapma şansımız yok. Biz bir Naim değiliz billbordlara afiş asalım. Öyle bir bütçemiz de, imkânımız da yok. Babamın Kanatları’nı 25.000 kişi izlemişti benim hedefim bu filmi 25.001 kişinin izlemesi. Bir öncekinden bir kişi fazla izlesin benim için yeterlidir.
Son olarak filmden bağımsız merak ettiğim bir sorum var. Bir söyleşinizde, film çekmeyi senaryo yazmaktan daha çok sevdiğinizi söylemiştiniz. Türkiye sinemasında bir filmi yeniden çekecek olsaydınız bu hangi film olurdu?
Güzel, hiç düşünmemiştim ilk defa şimdi düşünüyorum. Herhalde Yol’u çekmek isterdim. Müthiş bir hikâye anlatımı var orada ve bambaşka hikâyelerin parçalı gibi görünen müthiş bütünlüklü bir yapısı var. Tabi ki Yol kadar iyi bir film olmazdı ama senaryo üzerinden bakılırsa onu çekmek isterdim.
Başta Kıvanç Sezer olmak üzere Alican Yücesoy ve Başak Özcan’a bize vakit ayırdıkları için teşekkür ederiz.
Yazar Notu: Biz bu röportajı yapalı 1 hafta olmadan Küçük Şeyler’in gösterildiği salon sayısı 100’den 4’e düşürüldü. Maalesef, yine seyircinin izleyeceği filmi seçme özgürlüğünü engelleyen tekelleşme problemi yaşıyoruz. Fakat gittiğiniz sinemada görmek istediğiniz film yoksa sinema yönetimine bastırarak bu filmleri gösterime sokabilirsiniz. Nitekim Küçük Şeyler’in gösterimleri seyirci dayanışmasıyla şu an için 9 salona çıkmış durumda. Ankara’da Büyülü Fener ve Kızılırmak’ta izlenebilir. Daha fazla salonda gösterilmesini sağlamak isterseniz sinema salonlarına istekte ve bir miktar baskıda bulunabilirsiniz. İzleyiciler olarak aslında azımsanmayacak bir gücümüz olduğunu unutmayın. Bağımsız yapımcı ve yönetmeleri desteklemek ve izleyiciler olarak film çeşitliliğimizden olmamak için dayanışmayla kalın.
*Bülent Ortaçgil – Küçük Şeyler