Havaların ısındığı, güneşin kendini gösterdiği ilk hafta sonu Ankara Kalesi’ne çıkmak, Ankara’da geçirdiğim üniversite yıllarında edindiğim bir alışkanlıktı. Deri ceketimi giyip güneş gözlüğümü takardım, gün batımından sonra dışarıda kalma ihtimalime karşı çantama kalın şalımı koyardım. Heykelden kaleye doğru uzanan yürüyüşümde Gül Kahve’den Türk kahvesi çektirir, Eyüp Sabri Tuncer’den bir şişe kolonya alırdım. Kaleye çıkan yokuştaki antikacıları gezer, Gramofon Cafe’de oralet içerdim. Tüm bu aylaklığın sonunda zirveye çıkınca, tüm şehir kendi etrafımda 365 derece dönüş uzaklığında olurdu. Şöyle bir tepeden bakardım aziz şehrime… Arkamdaki Mamak’tan hüzünle gözlerimi kaçırır, Atakule ne zaman açılacak diye düşünürdüm, Anıtkabir ve civarını süzer, uzaklarda bir yerdeki ODTÜ ormanına tebessüm eder, hemen aşağıda Gençlik Parkı’nı görürdüm.
Yaşadığım şehirdeki ritüellerimin getirdiği bir alışkanlık olsa gerek, seyahat ettiğim şehirlerde de şehri tepeden izleyebileceğim bir yer buluyorum kendime. Hisar, kale, kilise, dağ, tepe fark etmez, şehrin yapısını kafamda oturtabileceğim ve genel bir fikir edinebileceğim bir yer olsun yeter. Şehre tepeden bakma deneyimlerimin sayısı hatırı sayılır bir sayıya ulaştı ve içinden bazıları favorim oldu bile.
Ankara’da kapattığım gözlerimi 2.5 saatlik bir uçuşun ardından Amman’da açtığımda, aklımdaki ilk şey Amman Citadel’a gitmekti. Amman Citadel, şehrin tepesine kurulmuş bir hisar müzesi. İçerisinde birçok arkeolojik kalıntı var. Amman’da şehir yasası gereği tüm binalar tek renk, kireç rengi. Tek renkliliği şehre girer girmez fark ediyorsunuz. Kireç renginin solukluğunun hakimiyeti gürültü ve trafikle birleşmesi merkezdeyken boğucu gelse de, hisardan şehri izlerken yarattığı harmoniye bayılmıştım. Apartmanlar, müstakil evler, hastaneler, zincir oteller… Her şey aynı renkti. Bu solukluğun arasında inadına yetişmiş yeşiller ve her yerden fark edilen dev murallar gördüklerimi daha da güzel kılmıştı.
Dünyadaki favori şehrim Napoli’yi tepeden izlemeye birçok farklı noktadan teşebbüs ettim. Bunlardan biri hala aktif olan Vezüv Yanardağı’nın zirvesiydi. Uzun bir tırmanışın ardından gördüğüm şey ile pek tatmin olmamıştım zira şehir ufacık kalmıştı. Ayrıca şehrin en önemli simgesi olan yanardağın kendisinde olduğum için gördüğüm tabloda bir şey eksikti. İstediğim manzarayı Castel Sant’Elmo’da yakaladım. Hayalimdeki Napoli gözlerimin önündeydi. Kaotik şehir, Napoli körfezi, adalar ve arkada onları tüm heybetiyle kucaklayan Vezüv. Kaleden şehre bakarken Napoli’nin eski şehrindeki Via Dei Tribunali caddesine neden “karanlık cadde” dendiğini öğrendim. Via Dei Tribunali dar bir yol. Üzerinde pizzacılar, kahveciler ve esnaflar, karşılıklı camlarından asılmış çamaşırlar var. Tüm yapılaşmanın içinde o cadde kaleden baktığınızda uzun, ince ve siyah bir çizgi olarak arz-ı endam eyliyor, şehri bıçakla keser gibi ikiye ayırıyordu. Bu görüntüye şahit olmak beni çok etkilemişti ve şehre bir kez daha aşık olmuştum.
Kış güneşinin hiç ama hiç ısıtmadığı fakat her şeyi capcanlı gösterdiği bir kış gününde Budapeşte’nin Buda yakasındaki Fisherman’s Bastion’a teleferiğe binmediğimin pişmanlığını belli etmemeye çalışarak emin adımlarla tırmanmıştım. Gördüğüm manzara yolun zorluğunu unutturmuştu. İçinden nehir geçmesinin romantikliği, Tuna üstündeki köprülerin asilliği ve katedralinin görkemi ile bana Budapeşte’yi sevdiren bu manzara olmuştu. Tabyanın kendisinin Disney şatosuna benzemesi ise bir başka güzel detaydı.
İşte böyle güzel manzaralarla kucaklaştıktan sonra seyahatlerimde şehirlere tepeden bakma noktalarını daha da özenli arar oldum kendime. İstanbul’da ise hala bir favori bulamadım. İnsan dünyanın öbür ucunu bilir de elinin altındakine böyle yabancı kalır bazen.