Werner Herzog, Buzda Yürüyüş kitabında en yakın arkadaşının ölümcül bir hastalığa yakalandığını öğrendikten sonra alışılmadık bir şeye kalkışıyor ve Münih’ten Paris’e yürümeye karar veriyordu. Herzog, şayet Münih’ten Paris’e yürümeyi başarırsa arkadaşının hayatta kalacağına inanıyordu. Elbette ki, ben Cebeci’den Kızılay’a doğru yürürken Herzog gibi değerli bir şey yapmıyorum. Zaten onunla şartlarımız da aynı değil. Ben sadece yürüyorum, kafamdaki sorulara yanıt bulmaya çalışarak, iç sıkıntılarımı gidermeye çalışıyorum.
Ankara Üniversitesi’nin yeni yapılan ürkütücü büyüklükteki giriş kapılarından çıkıyorum. Yanımda öğrenciler otomatik turnikelere kartlarını okutuyorlar, kendimi sevimsiz, gri bir plazada gibi hissediyorum. Zaten kampüs uzun zamandır oldukça hüzünlü gözüküyor gözüme. Hukuk fakültesinin girişindeki yoldan yürümeye devam ediyorum, sonbaharın son günleri şiddetli bir rüzgar yerdeki sararmış yaprağı savuruyor. Karakış kapıda yakında buralar hep ayaz olacak diyorum ve adımlarımı hızlandırıyorum. Bir beyaz eşya dükkanının önünden geçiyorum, vitrinde duran papağana selam veriyorum. Beyaz eşya ve papağanı aynı cümlede kullandığım için kendime şaşırıyorum.
Yürümeye devam ediyorum. Sağ tarafımdan kalan yıkık dökük tren istasyonuna bakıyorum. İnşaat yıkıntıları arasında duvara yazılmış bir yazı gözüme çarpıyor: “Dalgasız denizde herkes kaptan.” Birileri yine Ankara’da deniz olmayışına kızmış. Ben yürürken yanımdan tren geçse ne güzel olur, diyorum ama geçmiyor. Devam ediyorum. Kurtuluş Parkı’na yaklaşıyorum. Aklıma Barış Bıçakçı’nın şu sözleri düşüyor: “Yere çakılana kadar kanatlarımın olduğuna inanacağım. Bu inanç yetiyordu ona. Zaten hayat da yere çakılana kadar yaşanan bir şeydi. Kahramanlar için. Karşıdan karşıya geçen ve Kurtuluş Parkı’na giren kahramanlar için.” Kurtuluş Parkı’nın havalar ısınınca ne kadar güzel olduğunu hatırlıyorum. Kaykaycılar, yürüyüş yapanlar, çocuklar, yosun kokulu havuzun çevresine oturup çay içenler… Özellikle bahar aylarında yağmur sonrası Kurtuluş Parkı’ndan yayılan ıhlamur kokusunun huzur vericiliğinde, arkadaşlarla buluşmak ve muhabbet etmenin ne kadar olağanüstü olduğunu anımsıyorum. Kışın hiç öyle değil ama ağaçların yaprakları yerlere serilmiş, gökyüzü ortaya çıkmış, ortalarda kimseler yok. İnsanın içine kasvet bastıran Nuri Bilge Ceylan filmlerinden birindeymiş gibi hissediyorum kendimi. Yoluma devam ediyorum. 54 yıldır bu cadde üzerinde kunduracılık yapan Bale Kundura’nın önünden geçiyorum. Biraz daha yürüyorum. Artık Kolej’e geldim. Ünlülerin fotoğrafçısı Foto Naci‘nin dükkanın önündeyim. Naci Ertem bu dükkanı 1958 yılında açmış, şimdi de oğlu işletiyor. Dükkanda her daim günümüzün meşhurlarının liseden kalma vesikalık fotoğrafları var. Ünlülerin kepli lise fotoğraflarına hızlıca bakıyorum, Reha Muhtar, Mazhar Alanson, Fazıl Say gözüme ilk çarpanlar. Liseli Reha Muhtar’a selam veriyorum ve yola devam ediyorum. Kızılay’a doğru yaklaşıyorum. Gün boyu gökyüzünü gri bir halı gibi örten kara bulutların arasından güneş kendisini gösteriyor. Şimdi bir yerlerden Soundargarden’in Black Hole Sun parçası çalsa ne güzel olur diye düşünüyorum. Bayındır 2 Sokak’a doğru geliyorum. Arkamda Sakarya Caddesi’nden gelen türkü sesleri. Adımlarım ilerledikçe yakınlarda bir yerden B. B. King’in The Thrill Is Gone parçasını duyuyorum. Kulağımın işittiği bu güzel B.B. King solosunun kaynağı Tamer’in mekanı The Muddy Waters elbette. Mekanın önünde bekleyen Tamer’e selam veriyorum. Barın içerisinde kalan Kamil Koç yazıhanesine bakıyorum ve hiç şaşırmıyorum. Barın içinde otobüs yazıhanesi olması bence çok iyi fikir diye düşünüyorum. İnsan bazen bir şehri aniden terk etmek isteyebilir ya da uzakta oturan sevgiliyi görmek için yanıp tutuşabilir nihayetinde. Bu sebeple barın içinde otobüs yazıhanesi bu ruh haline sahip insanlar için çok değerli bir ayrıcalık kanımca. Canımın içi böyle şeyler sadece Ankara’da olur diyorum içimden.
Karanfil Sokak’tayım. Mülkiyeliler Birliği’nin önünden geçiyorum, eskiden olsa bu uzun yürüyüşüme burada ara verebilirdim ama hiç canım istemiyor. Ne Mülkiyeliler Birliği’nin eski tadı kaldı ne de Karanfil’in. 15 yaşından beri bu sokaktan defalarca geçmiş olmama rağmen ilk defa bu kadar yabancı geliyor. Kahveci dükkanın önünde “Falda iddialıyız, kahve + fal 5 lira” diye bağıran elemanı hızlıca geçiyorum, 5 liraya kahve falı bakılan bir dünyada kendime gelecek görmüyorum. Dost‘a doğru yürüyorum. Eskiden Dost’un yanında olan Gizem Müzik’i hatırlıyorum, dükkanda çalan nefis müzikler bütün sokağa yayılırdı. Acaba şimdi kaç kişi Gizem’i hatırlıyordur diye tahmin yapmaya çalışıyorum, tahminim hiç de iç açıcı değil. Bu düşünceler bana kendimi çok yaşlı hissettiriyor. Halbuki değilim, zira dükkan bundan iki sene öncesine kadar açıktı. Sonra aklıma kapanan başka yerler geliyor ve yerlerindeki simitçi ve tavuk dönerciler gözümün önüne geliyor, canım sıkılıyor. Karanfil’in artık hiçbir zaman bıraktığım gibi kalamayacağını fark ediyorum sonunda.
Her şeyin bu kadar hızlı değişmesi, dönüşmesine şaşırıyorum yine yaşlı biri gibi. Gerçekten başım dönüyor, aklıma Brecht’in şu sözü düşüyor: “Bu kentlerden artakalan tek bir şey olacak: İçlerinden esen rüzgâr.” Dost’un önü yine çok kalabalık. Herkes birilerini bekliyor. Burasının dünyanın en güzel bekleme yeri olduğuna kanaat getiriyorum. Dost’un önünde yazan “Sabahattin Ali bu binada yaşadı” yazısını okuyorum, mutlu oluyorum. Yolculuğumun sonuna doğru yaklaşıyorum.
Her şeye rağmen Cebeci’den Kızılay’a doğru yürümenin insanı mutlu eden bir tarafı olduğunu düşünüyorum. Bu hat üzerinden kaç defa yürüdüğümü, kafamdaki sorulara yanıt aradığımı ya da öyle hiçbir şey düşünmeden etrafı gezdiğimi hatırlıyorum. Belki de sadece yürümek iyi hissettiriyordu her koşulda ve her şartta. Özellikle yolculuğunuzun istikameti kendinize doğruysa bu daha da anlam kazanıyordu. Cevabı beklemiş sorular yanıt bulabiliyor, iç hesaplaşmalara nokta konuluyordu. Hem Herzog’un dediği gibi: “Dünya kendini yürüyenlere gösterir.”
Güvenpark’a geliyorum. Bahçeli dolmuşuna biniyorum, eve doğru gidiyorum. Aklımda yine Barış Bıçakçı: “Hemen eve dönme isteği güzeldi.” Çünkü her şeye rağmen küçük sığınaklara dönüş hayatın devamlılığı için esastır bence. Eve geliyorum, terminal manzaralı evimin perdelerini açıyorum, güneş batıyor, gün bitiyor. Bilgisayardan Warren Zevon’ın Keep Me In Your Heart parçasını açıyorum. Warren Zevon dinlemek her zamanki gibi iyi hissettiriyor. Güneş yavaş yavaş bulutların arkasından güne veda ediyor. Yeni bir gün, başka bir yolculuk demek…